fıkhı-ekber-ders-11

11- Ders 11 Fıkhı Ekber hayat veren hayatveren

FIKH-I EKBER DERS 11

 

(„Rabbi eûzü bike min hemezâti’ş- şeyâtıyni ve eûzü bike rabbî en yahdurun“)

 

Çok kıymetli ve muhterem efendiler, Fıkh-ı Ekber’le ilgili keşif notlarımız, irşat notlarımız devam etmektedir.

Sıfatta teslim, hükme razı olmaktır. İslam’ın manası da Allah Teâlâ’nın farzlar ve haramlar cinsinden olan emirlerine razı olmak, boyun eğmektir. Allah’ın hükmüne razı olmak, bazı şeylerin helâl, bazı şeylerin haram, bazı şeylerin de farz olmasına itiraz etmemek, onları kusurlu görmemekle olur. İslâm, Allah’ın emirlerine kesin teslim olmaktır. İman ise tasdik etmek demektir. Ayet-i kerimede:

قَالُواْ يَا أَبَانَا إِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِندَ مَتَاعِنَا فَأَكَلَهُ الذِّئْبُ وَمَا أَنتَ بِمُؤْمِنٍ لِّنَا وَلَوْ كُنَّا صَادِقِينَ

“Biz doğru söyleyenler olsak da sen bize inanıcı değilsin” buyrularak tasdik edici olmayanlar ifade edilmiştir. İslâm ise teslimiyettir. Tasdikin mahalli kalp, tercümanı da dildir. Teslimiyete gelince bu da kalp, dil ve bütün aza ile olur. Bu bakımdan umumîdir. Münafıklar lügat bakımından Müslümanlardan sayılsalar da şeriat ıstılahınca Müslüman değildirler. Lügat manası bakamından mümin olmayanlar da şeriat nazarında mümin değildirler. Allah-u Teâlâ (celle celaluhu) buyuruyor ki (Hucûrat 14):

قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُل لَّمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِن قُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْإِيمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ وَإِن تُطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُم مِّنْ أَعْمَالِكُمْ شَيْئًا إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

“Bedeviler “İman ettik” dediler. De ki: “Siz iman etmediniz ama “Müslüman olduk” deyin. İman henüz sizin kalplerinizi girip yerleşmemiştir”. İşte kıymetliler, bu ayet-i kerimede “Müslüman olduk” deyin cümlesi geçmektedir ki bu lisan ile itiraf etmek olduğu halde lügat bakımından İslâm demekse de kalp ile tasdik olmadığı için imana şamil olmamaktadır. Çünkü iman kesin tasdik ister. Daha o oraya yerleşip tasdike ulaşmamış, kalp tasdik etmemiştir. İman, Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını şanına lâyık olacak bir şekilde tasdik ve ikrar etmektir. Buraya dikkat et. Müslümanlar, tüm Müslümanlar buraya dikkat etsinler.

Dakika 5:18

İman Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını şanına lâyık olacak bir şekilde tasdik ve ikrar etmektir. İslâm da Allah’ın emirlerine bağlılık olduğundan iman olmadan İslâm olamaz. İslâm olmayınca da iman olmaz. İşte bunlar birbirine sıkıca bağlıdır. Onu ondan, onu ondan ayıramasın. Şeriat bakımından müminin Müslüman, Müslümanın da mümin olmamasını akıl almaz. İman ve İslâm kelimeleri yek (bir) değerini tamamlayan, birbirinden ayrılmayan iki kelimedir. Bu bakımdan da iman ve İslâm iç ile dış yani et ile kemik gibidir, ruh ile beden gibidir. Onları birbirinden ayırmak mümkün olmaz, denilmiştir. Kıymetli dostlar, görülüyor ki iman ve İslâm, İmâm-ı Âzam Hazretlerine göre birbirine bağlanıyor, kaynaşıyor. İslâm olmayınca iman olmadığı gibi iman olmayınca da İslâm olmuyor. İmâm-ı Âzam Hazretlerinin bu hususta Cebriyye mezhebinin en büyük kolu olan Cehmiyenin kurûcusu Cehim bin Safvan ile bir münazarası vardır. Bir gün Cehim bin Safvan (ölümü 128 Hicri) İmâm-ı Âzam ile konuşmak arzusu ile onun yanına gelir. Der ki: “Ya Ebû Hanîfe! Hazırladığım bazı meseleler üzerinde konuşmak üzere sana geldim” diyor. Kim bunu diyen? Cebriyye mezhebinin kurucusu, aynı zamanda Cehmiye’nin kurucusu oluyor. Cebriyyenin de bir kolu. Şimdi, Ebû Hanîfe: “Seninle konuşmak abestir. Seninle münakaşaya dalmak ise ateşe girmektir.” dedi İmâm-ı Âzam. “Sözümü dinlemeden benim hakkımda bu ağır hükmü nasıl veriyorsun?” dedi Cehim. Efendim, İmâm-ı Âzam da dedi ki: “Bana senin öyle sözlerini naklettiler ki onları ehl-i kıble olan bir Müslüman söylemez. Sen bunları nasıl söyledin?” dedi İmâm-ı Âzam ona. “Benim hakkımda gayba göre hüküm mü veriyorsun?” dedi o da. “Bunlar senin hakkında öyle meşhur olmuş şeylerdir ki avam da havas da bunları duydu. Bunların gaybla ne alakası var” dedi İmâm-ı Âzam. “Herkes biliyor ben de ona göre söyledim.” dedi. “Ya, Ebû Hanîfe!” dedi Cehim. “Ben sana başka bir şey sormayacağım yalnız imanı soracağım” dedi. “Bu zamana kadar imanın ne olduğunu öğrenemedin mi ki bana soracaksın?” dedi İmâm-ı Âzam. “Evet, öğrenemedim fakat bir nevi de şüphem var”.

Dakika: 10:05

Hâşâ! Sümme hâşâ! “İmanda şüphe küfürdür.” dedi İmâm-ı Âzam. “Küfrün bana hangi cihetten geldiğini beyan etmelisin.” dedi. O da “Sor da söyleyeyim.” dedi. “Bana söyle bakalım, bir kimse kalbiyle Allah’ı tanıyor. Onun bir olduğunu, şeriki ve dengi olmadığını da biliyor. Sıfatlarını tanıyor, diliyle de bunların söylemeden önce ölüyor. Bu kimse mümin olarak mı öldü yoksa kâfir mi?”. İmâm-ı Âzam dedi ki: “Kâfirdir. Kalbiyle bildiğini diliyle söylemedikçe cehennem ehlindendir” dedi. “Allah’ı sıfatlarıyla bildiği halde neden mümin olmuyor?” dedi Cehim. İmâm-ı Âzam şöyle buyurdu: “Söyle, eğer Kur’an’a inanıyor ve onu delil olarak kabul ediyorsan sana onunla cevap vereyim” dedi İmâm-ı Âzam. “Eğer Kur’an’a inanmıyor ve onun ayetlerini delil tutmuyorsan yine söyle İslâm milletine muhalif olanların konuştukları tarzda konuşup sana cevap vereyim” dedi. “Kur’an-ı Kerim’e imanım var” dedi. “Onu delil olarak kabul ediyorum” dedi Cehim. “Öyleyse dinle.” dedi İmâm-ı Âzam. “Allah Teâlâ kitabında imanı kalp ve lisana yani iki azaya bağlayarak zikreder”. Maide Suresi ayet 83 ve 85’te böyle buyurur:

Ayet 83 85

“Resule indirileni dinledikleri zaman onların gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Zira onlar Hakkı tanırlar ve derler ki: “Ey Rabbimiz, iman ettik bizi de şahit olanlar beraber yaz”. Bakın, iman etti diliyle de ikrar etti bunlar. “Biz niçin Allah’a ve bize gönderilen gerçeğe iman etmeyelim ve Rabbimizin bizi de iyi insanlar arasına katmasını dilemeyelim. İşte Allah da onları bu söylediklerinden dolayı altından ırmaklar akan cennetlerle mükâfatlandırdı çünkü kalpleri tasdik etti, dilleri ikrar etti. Onlar orada ebedi kalacaklardır. Bu iyi işler, güzel ameller işleyenlerin mükâfatıdır”. Cenab-ı Hak onları Allah’ı tanıdıkları ve bunu da sözleriyle söylediklerinden dolayı cennete koymaktadır. Ve onları kalbiyle tasdik, lisanıyla da ikrarlarıyla yüzünden müminlerden sayıyor. Yine Allah Teâlâ buyuruyor ki:

قُولُواْ آمَنَّا بِاللّهِ وَمَآ أُنزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنزِلَ إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ وَالأسْبَاطِ وَمَا أُوتِيَ مُوسَى وَعِيسَى وَمَا أُوتِيَ النَّبِيُّونَ مِن رَّبِّهِمْ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

فَإِنْ آمَنُواْ بِمِثْلِ مَا آمَنتُم بِهِ فَقَدِ اهْتَدَواْ وَّإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنَّمَا هُمْ فِي شِقَاقٍ فَسَيَكْفِيكَهُمُ اللّهُ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

“Deyin ki: “Biz Allah’a inandık. Bize gönderilen vahye, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve oğullarına vahyedilen şeylere ve Musa ile İsa’ya verilene ve bütün peygamberlere Rableri tarafından gönderilene iman ettik. Onlarda hiçbirini diğerlerinden ayırmayız. Biz ona teslim olanlardanız. Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse hak olan doğru yolu bulmuş olurlar”. Bu da Bakara Suresi ayet 136 ve 137. ayet-i kerimeler. Burada “İman ettik deyin” diyor Cenab-ı Hak.

Dakika 15:00

İmâm-ı Âzam bu ayetleri Cehim’e anlatıyor. “İman ettik deyin” demek “Lisanla söyleyin” demektir. Yine Cenab-ı Hak buyuruyor:

إِذْ جَعَلَ الَّذِينَ كَفَرُوا فِي قُلُوبِهِمُ الْحَمِيَّةَ حَمِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ فَأَنزَلَ اللَّهُ سَكِينَتَهُ عَلَى رَسُولِهِ وَعَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَأَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوَى وَكَانُوا أَحَقَّ بِهَا وَأَهْلَهَا وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا

“Onlara takva kelimesini gerekli kıldı”. (Fetih Suresi/26). “Bunlar sözün en iyisine iletilmişlerdir”. (Bu da Hac Suresi 24).  “Temiz söz ona yükselir”. (Bu da Fatır Suresi/10). “Allah iman edenleri dünya hayatında da ahirette de kavli (sözü) sabit üzere sebatlı kılar”. (Bu da İbrahim Suresi/27). Bütün bu ayetlerde imandan ve iman sözünden bahis vardır. Söz dil ile olur. Hz. Peygamberimiz (aleyhi salatü ve selam) şöyle buyururlar: “La ilâhe illallah, deyin felah bulursunuz”. Felah bulmayı kelime-i şahadeti söylemeden yalnız marifete bağlamıyor. Yine Peygamberimiz buyuruyorlar: “Kim “Allah’tan başka ilâh yoktur” derse ve kalbinden de bu böyle ise o cehennemden çıkar”. Burada da “Allah’ı tanıyan cehennemden çıkar” demedi. Diliyle söylemeye bağladı. Yani imanın tasdikten sonraki rüknü ikrardır. Eğer sözle söylemek lâzım olmasa ve yalnız marifet kâfi gelseydi, lisanı ile Allah’ı ret ve inkâr eden kimse kalbiyle Allah’ı bildiği vakit mümin sayılırdı. İblis de mümin sayılırdı çünkü iblis hiçbir zaman Allah’ı inkâr ettiğini söylemedi. Allah’ı tanıyordu ama tasdik etmedi, emirlerine karşı koydu. Çünkü o, Rabbini tanıyor. Kim? İblis. Rabbini tanıyor. Yaradanı, öldüreni, tekrar dirilteni kendisini iva’ edenin o olduğunu biliyordu. Bakın nasıl söylüyor? İblis diyor ki: “Ya Rabbi! Beni neden iva’ (barındırma) ettin? Baas edeceğin güne kadar bana mühlet ver. Beni ateşten yarattın onu ise balçıktan yarattın”. Kâfirler de lisanla inkâr etseler de Rablerini bildikleri zaman mümin sayılmaları gerekirdi. Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Nefisleri bunları kabul ettikleri halde yine inkâr ettiler”. Nahl Suresi 14. Ayet.

“Lisanlarıyla inkâr ettikleri için Allah’ı bir bildikleri halde onlar müminlerden sayılmıyor”. Yine Allah Teâlâ buyuruyor:

“Allah’ın nimetlerini bilirler sonra inkâr ederler. Onların ekserisi kâfirdir”. “De ki, gökten ve yerden size rızkı veren kim? İşitmeye ve görmeye hâkim olan kim? Ölüden diri, diriden ölü çıkaran kim? İşi çevirip yürüten kim? Şüphesiz “Allah’tır” diyecekler. De ki “Korkmaz mısınız?”. O sizin Hak Rabbiniz Allah’tır. İnkâr etmeleri yüzünden bilmeleri, marifetleri fayda vermedi. “Oğullarını nasıl bilirlerse onu, Hz. Muhammed’i öylece bilirler”. (Bakara Suresi 146).

Dakika 20:03

الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِّنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

İncil’de, Tevrat’ta Hristiyan ve Yahudiler Hz. Muhammed’i tanıyorlardı fakat Allah’ı inkâr ettiklerinden marifet ve bilgi hiçbir fayda sağlamadı. Çünkü tasdik etmediler, ikrar da etmediler. Cehim bin Safvan bütün bunları dinleyince “Benim aklıma birçok şeyler koydun. Yine gelip sana başvuracağım.” dedi ve gitti. İşte kıymetliler, tasdik ve ikrar olmadan imanın iman olmayacağı İmâm-ı Âzam tarafından burada iyice izah edilmektedir. Fıkh-ı Ekber dünyaya hak imanı haykırmaktadır.

Sevgili dinleyenler, yakin ve marifet ne demektir? Şimdi, İmâm-ı Âzam Hazretleri (Rahmetüllahi aleyh ve aleyhim ecmain) bak ne diyor: “Biz Allah Teâlâ’yı kitabında bütün sıfatlarıyla tavsif (vasıflandırma) ettiği gibi tanırız. Hiçbir kimse Cenab-ı Hakka lâyık olduğu şekilde ibadet etmeye kadir değildir. Ona ancak kitabında ve resulünün sünnetinde nasıl emir olundu ise o şekilde ibadet edebiliriz. Bu da bizim cehlimiz, gafletimiz, aczimizle beraberdir. İnsanoğlu, en iyi bilenler de dâhil, insan acziyle Allah’a kulluk eder. Bir de gerçekleri bilmeyen, ne yaptığını bilmeyenlerin halini düşün. Biz, Cenab-ı Hakkı kelâm-ı kadiminde kendini nasıl vasıflandırdıysa o güzel isimleriyle kitap ve sünnette bildirildiği kadarıyla biliriz. Yoksa onun zatının künhünü, mahiyetini bilmeye gücümüz yetmez, kimsenin gücü yetmez”. “Seni hakkıyla bilemedik” demenin manası budur. Dikkat et buraya. “Yoksa onun zatının künhünü, mahiyetini bilmeye kimsenin gücü yetmez”. “Seni hakkıyla bilemedik” demenin manası da budur. İbadet, Allah’ı ululamak ve ona tazimde (saygı göstermek) bulunmaktır. Hâlbuki onun azamet ve celâlinin (sonsuz büyüklük) nihayeti yoktur. Hiçbir kulun onun azamet ve celâline lâyık olan ibadeti yapması bu bakımdan mümkün değildir. Yine hiç kimse sevabı aynı kalan, ecri her zaman müsavi (eşit) olan bir ibadet de edemez. Allah’ın vereceği ecir ve sevap ise hesapsızdır. Kulların ameli hesaplı ve zevale maruzdur. Bunun gibi Allah’ın verdiği nimetlerine de hakkıyla şükür mümkün değildir. Kulun şükrü sayılabilir. Allah’ın kullarına verdiği nimetleri sayılamaz, kimse sayamaz, gücü de yetmez. Nitekim Yüce Allah ayet-i kerimesinde bakın ne buyuruyor, Allah (celle celaluhu):

Dakika 25:00

وَآتَاكُم مِّن كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِن تَعُدُّواْ نِعْمَتَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا إِنَّ الإِنسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ ﴿٣٤﴾

Yüce Rab bakın bu ayet-i kerimede bakın ne buyurdular: “O size istediğiniz şeylerin hepsini verdi. Eğer Allah’ın bunca nimetini birer birer saymak isterseniz ne mümkün. Mümkün müdür? Sayabilir misiniz? Siz onları icmar suretiyle bile sayamazsınız. Hakikat, insan çok zulümkâr ve çok nankördür”. İşte, İbrahim Suresi ayet 34’te de böyle buyrulmuştur. Müminlerin hepsi marifet, yâkin, tevekkül, muhabbet, rıza, havf (korkma), reca (ümit) ve bunlara inanmanın esasında birbirlerine eşittirler. Fakat imanın gayrisinde ve bütün bu saydıklarımızda birbirlerinden farklı durumdadırlar. İnanılması lâzım gelen gerçeklerden bakımından eşittirler ama imanın gayrısında ve bütün bu saydıklarımızda birbirinden farklı durumdadırlar. Marifet, lügatte bilmek, ilim manasındadır. Istılahta ise Allah’ı isim ve sıfatlarıyla bildikten sonra bunu muamelatında doğrulukla beraber kılmaktır. Bakın, işte burada tanımakla doğrulukla beraber kılma arasında nicelerinin arasında nice farklılıklar bulunmaktadır. Yâkin, kelime manası olarak şüphesiz bir şekilde bilmektir. Istılahta ise delilsiz ve kılavuzsuz bir şekilde iman kuvvetiyle apaçık görmektir. Kur’an-ı Kerim’de yâkin, üç derece halinde zikredilmiştir. İlmel yâkin zikir ve nazarla, aklî delillerle hâsıl olan ilimdir. Aynel yâkin, müşahedeyle (gözle görmek) hâsıl olan ilimdir. Hakka yâkin, birinci ve ikinci kısımların bir arada bulunmasıyla hâsıl olan hâl ilmidir. Bu bilgi çeşitlerinden birincisi halk âlimlerine, ikincisi havas âlimlerine ve velilere, üçüncüsü ise peygamberlere mahsustur ve bunun üzerinde daha mahlûkat için ilim yoktur. En üstün ilim peygamberlerdeki ilimdir. Vahiy, ilahi delilleriyle kavrandığı zaman ilmel yâkin ortaya çıkar. Şeriatın ilimleri ilmel yâkindir. Tevekkül, insanların elindeki şeylerden ümit kesmek ve Allah katındaki şeylere güvenmek ve dayanmaktır. Muhabbet, lügatte sevmek demektir, ıstılahta ise Allah’ı sevmek demektir ki bu kulun kalbinde Allah’a ait duyduğu bir hâldir. Onu nasıl olduğunu izah ve keyfiyetini tayin etmek mümkün değildir. Bu duyguyu ifade etmeye en yakın kelime de muhabbet kelimesidir. Daha önceki derslerimizde de size çok kıymetli bilgiler verilmiştir. Burada da Fıkh-ı Ekber’den keşif notları veriyoruz.

Ders 30min 30.11

Büyüklerden bazıları “Kulun Allah’ı sevmesi bir tazimdir, rızayı seçmektir. Allah’tan gelenlere rızayı çoğaltmak ve ondan uzak kalmaya dayanmayı azaltmak, daima onun zikriyle meşgul olmaktır” demişlerdir. Rıza, dokunan bela ve musibet oklarından gönlün ferahlık duymasıdır. Cenab-ı Hakkın emirlerine, kaza ve kaderine ve bela ve musibet oklarına ve o oklardan gönlün ferahlık duymasıdır. Ne diyor evliyalar: “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” diyorlar. Demek ki rıza, Yüce Allah’ın her emrine razı olmak, ona teslim olmak, bütün varlığınla ona teslim olmak, bütün varlığınla ona bağlanmak, ondan gelene razı olmak. Bir de havf, hoşlanılmayacak bir şeyin başa gelme veya sevilen bir şeyi kaybetme korkusudur. Reca ise lügatte ummak, ıstılahta sevilen şeyin istikbalde hâsıl olacağına kalbin bağlanmasıdır. Reca dediğimiz ümit, havf dediğimiz korku ile tahakkuk eder. İkisi birbiri ile münasebettedir. Korkusuz bir ümit, kendini emin görmek ve gurura kapılmaktır. Ümitsiz korku ise yeise (ümitsizlik) düşerek Allah’ın rahmetinden ümidini kesmektir. Bunlar birbirinden ayrılırsa sahipleri için birer felakettir. Yani ümitsiz korku, korkusuz ümit olmaz. Mümin, Müslüman korkuyla ümidin arasındadır. Bu kanatlarla uçar Rabbisine. Müminler hepsi de saydıklarımızın kendilerinde varlığı-yokluğu, az ve çok oluşu, imandaki tasdikin kuvvet ve derecesi itibariyle aynı seviyede değildirler. Fakat inanılması lâzım gelen esasların tümüne inanmada ve inanılmayacak olanlara da inanmamakta müsavidirler (eşit). Sevgili dostlarımız, hafv tüm korkulardan kurtaran korku ki Allah korkusudur. Onu tam sevmekle ve tam ümitle bağlanmaktır. Kimi? Allah Teâlâ’yı. Onun için korkusuz ümit, ümitsiz korku felakettir. Bunu unutma. Korkusuz ümit, ümitsiz korku felakettir. Yüce Allah-ı Teâlâ’nın azabından ebedi korkarsın, rahmetinden de ebedi ümit kesmezsin. İşte reca, korku ile ümit arasında, hafv ve reca arasında mümin böyle yaşar, bu kanatlarla uçar, unutma. Allah Teâlâ kullarına ihsanda bulunur. Adildir de. Allah adaletiyle hükmeder. Bazen kuluna hak ettiğinden kat kat fazlasını da verir. Bazı kere de adaletinden kulunu günahı sebebiyle cezalandırır. Bazen de günahkâr kulunu fazl-ı kereminden affeder.

Dakika 35:03

Kulların amelleri karşısında mükâfata hak kazanması Allah Teâlâ’nın hükmünden ve vaadinden dolayıdır. Cenab-ı Hak buyurur ki:

مَن جَاء بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا وَمَن جَاء بِالسَّيِّئَةِ فَلاَ يُجْزَى إِلاَّ مِثْلَهَا وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ

“Kim Allah’a bir iyilikle, bir güzellikle gelirse işte ona bunun on katı verilir. Kim de bir kötülük gelirse bu o miktardan başkası ile cezalanmaz”. Bir kötülüğe bir kötülük. “Onlar yani iyilik edenler de fenalık edenler de haksızlığa uğratılmazlar”. “Âdemoğlunun ameli hayırlı olduğunda mükâfatı on misli ile katlanır”. Bunu da Sevgili Peygamberimiz buyurdular. Sahih- Müslim bunu rivayet etmiştir, İbni Mâce de. Burada bire on olan mükâfat 700 kadar katlanabilir. Kulun yaptığı hayırlı işlere mükâfatın kat kat verilmesi Allah üzerine bir borç değildir. Ancak Cenab-ı Hakkın fazlından ve kereminden dolayıdır. Allah adaletiyle kulunu günahından dolayı cezalandırır. Bu da Cenab-ı Hakkın öz milkinde (mülkünde) bir tasarrufudur (kullanma hakkı). Zulüm ise başkasının milkinde kendisinin izni olmadan tasarruftur. Bütün âlemler Allah’ın mülküdür. Elbette ki suç işleyenlere adaletini uygulayacaktır. Küçük olsun büyük olsun, kul hakkı ile ilgisi olmayan günahları Allah ister tövbe sebebiyle, isterse tövbeye mukarin olmadan affedebilir. Affetmek, cezayı hak edenden cezanın Allah tarafından kaldırılmasıdır. Şura Suresi 25. ayet-i kerimede:

وَهُوَ الَّذِي يَقْبَلُ التَّوْبَةَ عَنْ عِبَادِهِ وَيَعْفُو عَنِ السَّيِّئَاتِ وَيَعْلَمُ مَا تَفْعَلُونَ

“O kullarının tövbesini kabul eden kötü hareketlerini tövbe ile bağışlayan ne işlerseniz onu bilendir”.

İşte kıymetliler, şanlı Kur’an-ı Kerim’in tümünü sizlere keşif notları olarak verdik. Şimdi de İmâm-ı Âzam’ın Fıkh-ı Ekber’inden size keşif notlarından vermeye ediyoruz. Peygamberlerin şefaati. İmâm-ı Âzam Hazretleri (rahmetüllahi aleyh ve aleyhim ecmaîn) buyurdular: “Peygamberlerin, salat ve selâm üzerlerine olsun, şefaat etmeleri haktır”. Bizim peygamberimizin de cezaya müstahak olmuş günahkâr müminlere hele müminlerden büyük günah sahiplerine şefaat etmesi hak ve sabittir. Şefaatin hak oluşu kitap, sünnet ve icma ümmetle sabittir. Ayet-i kerimede: ayet “Göklerde ve yerde ne var ise hepsi Allah’ındır. Onundur. Onun indi olmadan onun nezdinde şefaat edecek kim?”. İşte şefaat Allah’ın izniyle, emriyle olmaktadır. Hadis-i şerifte de: “Şefaatîli ehlil kebairi min ümmeti” diyor Hz. Muhammed (aleyhi selatü ve selam). “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah ehli içindir.” diyor. Böyle buyrulmuştur.

Dakika 40:00

Şefaati inkâr eden ona nail olamaz. Bugün şefaati inkâr edenleri de artık sık sık duymaya başlamış olursunuz. Fakat Fıkh-ı Ekber bütün yanlışlara, şanlı Kur’an, nurlu İslâm ve İslâm’ın büyük şahsiyetleri ilmi delillerle cevap vererek geldiler, vererek gideceklerdir. Ayet-i kerimede Allah’ın izniyle şefaatin hak olduğu sabittir. Bir başka hadisi-i şerifte de: “Kıyamet günü ümmetime üç sınıf kimse şefaat eder. Bunlar da peygamberler, âlimler ve şehitlerdir.” buyrulmuştur. Şimdi bu hadis-i şerif Hz. Osman’dan rivayet edilmiştir. İbni Mâce de bunu rivayet etmiş, Suyûti, el Cami-ül Salihin’de, Et’Tâc’da; el-Aclûni, Keşfül-Hafâ’da bunları zikretmişlerdir. Şefaati inkâr edenler bu şefaatlerden kendileri mahrum kalacaklardır.

Amellerin tartılması ve kısas haktır. Efendiler, İmâm-ı Âzam (rahmetüllahi aleyh ve aleyhim ecmaîn) bakın ne diyor: “Kıyamet günü amellerin mizan ile tartılması haktır. Peygamber (aleyhi salatü ve selam) havuzu da haktır. Yine kıyamet gününde hasımlar arasında sevapların kısası yani birbirinden alınıp diğerine verilmesi de haktır. Haklar alınacaktır. Kimsenin hakkı kimsede kalmayacaktır. Eğer onların sevapları olmazsa haklının günahlarında indirilip diğerine yükletilmesi de haktır ve caizdir. Herkesin dünyada yapıp ettiğini tartmak da o gün haktır. Kıyamet gününde amellerin tartılması keyfiyetini ancak Allah bilir. Fakat ehl-i sünnet mezhebine göre bunu ikrar etmek lâzımdır. Bunlar inkâr edilemez. Yine İmâm-ı Âzam, Vasıyye adlı eserinde bakın ne diyor: “Kıyamet günü onun için bir kitap çıkaracağız ki neşredilmiş olarak sahibine kavuşacak”. Ve (İsra 14):

اقْرَأْ كَتَابَكَ كَفَى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا

“Oku kitabını. Bugün sana hesap görücü olarak kendi nefsin yeter.” Buyrulduğundan ki. Şuna dikkat et. “Kitapların okunması haktır” buyurduğu gibi “Benim cennetteki havzım (havuz)” Hz. Muhammed buyuruyor. Bir önceki ayet-i kerimeydi. Bu da Peygamberin sözü. “Benim cennetteki havzım (havuz) zaviyeleri müsavit bir aylık mesire (gezinti yeri) genişliğindedir. Onun suyu sütten beyaz, kokusu miskten hoştur. Bardakları da gökyüzünün yıldızları gibidir ve pek çoktur. Ondan içen kimse artık hiç susamaz”. Hadis-i şerifinin gereği olarak da Peygamber Efendimizin cennetteki havzı haktır, buyurmuştur. Kıymetliler, işte ayet-i kerimeyi de duyduk, hadis-i şerifleri de duyduk. Şöyle bir bakalım.

Dakika 45:00

İsra Suresinin 13., 14. ayet-i kerimesi, onun anlamını verdik. Metni ise şu ayet-i kerimedir: “Her insanın amel defterini boynuna doladık, kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı önüne çıkarırız”.

وَكُلَّ إِنسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَآئِرَهُ فِي عُنُقِهِ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كِتَابًا يَلْقَاهُ مَنشُورًا

اقْرَأْ كَتَابَكَ كَفَى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا

Sadakallahülazîm hüm alâ buyrulmuştur. Yine Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdular: “Kim ki uhdesinde bir din kardeşinin nefsine ve malına tecavüzden dolayı hak bulunursa” yani haklarını yediyse, bir din kardeşinin hakkını üzerine geçirdiyse, “dinar ve dirhem bulunmayan kıyamet günü gelmeden önce bu dünyada mazlumdan o hakkın bağışlanmasını istesin”. Yani dünyada helalleşin, çaresine bakın, haklarını ödemeden sakın ölmeyin. Derhal hakları ödemeye çalışın. “Aksi takdirde zalimin amel-i salihi bulunursa ondan zalimin zulmü miktarı alınır da mazluma verilir”. Yani hak yiyenin bütün namazları, oruçları, zekâtları hak sahibine, o mazlum kişiye verilir. “Eğer hasenatı bulunmazsa mazlumun günahlarından alınıp zalime yükletilir”. İşte bu hadis-i şerifi de Buhârî-i Şerif rivayet etmiştir. Yine diğerini de Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir. Sevgili efendiler, hadis-i şeriflerin derecesine, tevatür derecesine ulaşan haberlere de özelikle dikkat edilmelidir. Kıyamet günü olacak olan bu kısas hakkında bir başka hadis-i şerif de şöyledir. Sevgili Peygamberimiz (aleyhi salatü ve selam) buyurdular: “Biliyor musunuz müflis (yani iflas eden) kimdir?”. Ashâb-ı Kiram (rahmetüllahi aleyh ve aleyhim ecmaîn) bakın ne dediler: “Bizce müflis malı ve parası olmayan kimselerdir” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdular: “Benim ümmetimin müflisi, iflas edeni o kimsedir ki kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelir. Fakat şuna sövmüş, buna iftira etmiş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, şunu dövmüş. Bundan dolayı da onun hasenatından mezkûr adamların her birine, yani hak sahiplerinin her birine onun amelleri verilir. Üzerinde olan haklar ödenmeden hasenatı tükenir de” yani namaz tükendi, hac, zekât tükendi ama haklar daha bitmedi, tükenmedi, hakları ödeyemedi. Ne olacak?  “hak sahiplerinin günahları o kimseye yükletilir. Sonra da o kimse de cehenneme atılır. İşte müflis ümmetimin içinden iflas edenler bunlardır.” Buyurdu. Kim? Sevgili Peygamberimiz (aleyhi selatü ve selam). Bu hadis-i şerifi de Müslim, es-Sahîh’inde zikretmişler ve Mişkatül Mesabih’de de mezkûrdur (adı geçen). Allah Teâlâ (celle celaluhu) cennet hakkında “Rabbinin mağfiretine ve takva sahipleri için hazırlanmış cennete, ki eli göklerle yer kadardır, koşuşun” buyurduğu gibi cehennem hakkında da

Dakika 50:08

فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ وَلَن تَفْعَلُواْ فَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

“Kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten sakının.” buyurmuştur. Her iki ayette geçen “hazırlanmış” kelimesi maziye (geçmiş zaman) delâlet eden kelimelerdir. Bunlar da bu ayetler inzal olunduğu zamandan önce bunların hazırlandığını ifade ederler. Cennet, cehennemin bakiliği (ebedi) ile ilgili husus onların sürekli fena bulmayacaklarını ifadedir. Yani cennet de ebedi, cehennem de ebedidir. Yalnız Allah Teâlâ’nın zatı baki olduğundan bunların üzerinden fani oluş geçse de bu sürekli olmayacak, demektir. Efendim, cennet ve cehennem yok olsalar bile bunlar muvakkat bir zaman (geçici zaman) için olacaktır demek olur ve yine cennet ve cehennem ebedi devam edecektir.  Kasas Suresi 88:

وَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

İşte bu ayet-i kerimede olduğu gibi. “Onun zatından başka her şey helak olucudur” buyurmuştur. Bu ayet gösteriyor ki mümkünü’lvücud olan cennet ve cehennemin varlığı hatt-ı zatında helâk olacaktır. Bunların varlığı arizi (sonradan çıkan) olduğundan vâcibu’l-vücûd olan Cenab-ı Hakkın varlığına nazaran yok menzilesindedir. Bunun için cennet ve cehennemin bakiliği arizi olan bir bakiliktir. Esas beka (ebedilik) Cenab-ı Hakka mahsustur yani cenneti de ebedi kılacak Allah’tır, cehennemi de. Çünkü ne cennet kendiliğinden ebedi olabilir ne de cehennem. Bunları ebedi kılacak olan sadece Cenab-ı Haktır. Cennette bulunan huri’in de fani olmazlar; bunların fanilik de bakilikleri de cennet gibidir. Huri’in, kelime olarak kara gözlü, cazip güzelliğe sahip kadınlar, cennet hurileri demektir. Hz. Ali (radiyallahu anh) rivayet ediyor: “Peygamber Efendimiz buyurdular ki cennette bir grup huriler vardır ki insanların duyamayacağı ve duymadığı bir tonda yüksek bir sesle şöyle bağırlar: “Biz ebediyiz, fani olmayız. Bize bu güzellik nimet olarak verildi. Yok olmaz. Daima güler yüzlüyüz. Asık suratlı olmayız. Biz onun, o da bizim olan kimselere müjdeler olsun”. Çünkü onlar müminler için hazırlandılar. Kıymetli efendiler, Mesâbîhu’s-sünne’de, Mişkatu’l Mesabih’te, et- Tâc’ta bu hadis şerif zikredilmiştir. Yine İmâm-ı Âzam (rahmetüllahi aleyh) buyurdular: “Allah Teâlâ’nın cennette mükâfatı, cehennemde de azabı sonsuzdur”.  İşte cennetin, cehennemin bunların tamamı Allah’ın dilemesiyle azap bunlarda cehennemde devam ediyor. Cennette de mükâfatlar, zevk-i sefalar ebedi devam ediyor.

تَرَى كَثِيرًا مِّنْهُمْ يَتَوَلَّوْنَ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَبِئْسَ مَا قَدَّمَتْ لَهُمْ أَنفُسُهُمْ أَن سَخِطَ اللّهُ عَلَيْهِمْ وَفِي الْعَذَابِ هُمْ خَالِدُونَ

“Onların kazancı Allah’ın kendilerine gazap etmesi ve o azap içinde ebedi kalıcı olmalarıdır”. Bu ayet-i kerime de Maide Suresinin 80. ayetidir. Cennet ehli ve nimetlerinin sonsuzluğu, ebediliği hakkında da Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyrulmuştur.

Dakika 55:15

وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا وَعْدَ اللّهِ حَقًّا وَمَنْ أَصْدَقُ مِنَ اللّهِ قِيلاً

“İman edip iyi işler yapanlara gelince biz onları altlarında ırmaklar akan cennetlere, içlerinde temelli, ebedi, kalıcı oldukları cennetlere yerleştireceğiz”. Bunları cennete girdireceğiz. Bunlar cennetlik kişiler. “İşte Allah’ın dosdoğru bir vaadidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?”. (Nisa/122).

Çok kıymetli ve muhterem efendiler, ehl-i sünnet vel cemaatin Kur’an-ı Kerim’den, sünnetten işte alıp iman esaslarını ortaya koyan İslâm’ın gerçek amentüsünü İmâm-ı Âzam ortaya koymuştur. Birileri çıkmış bugün ehl-i sünnete muhalefet ediyor ve birçok gerçekleri inkâr ediyorlar, yok sayıyorlar. Bu, kendi beyinlerinde gerçeklerin olmadığını gösterir. İşte ayetler, işte sünnet, işte yüksek âlimlerimiz ortada ve bunların temelini attık. Kur’an-ı Kerim’in tümünün keşif notlarını da verdik. Cenab-ı Hak, ehl-i sünnet imanıyla gerçek iman sahibi olan, imanı kâmil ve daim olan tüm amelleri salih olan kullarından eylesin. Cennet ehlinin nimetlerinin, cehennem ehlinin de azabının sonsuzluğu hakkında daha pek çok ayet-i kerime ve hadis-i şerifler vardır. Bunları nasıl yok sayacaksınız? Şimdi birileri çıkmış cehennemin ebedi olmadığını söylüyor. Bunlar bu kadar ayetleri, bu kadar hadis-i şerifleri, ayet-i kerimeleri nasıl yok sayıyor? Yoksa anlayamıyor musunuz, anlamak mı istemiyorsunuz, yoksa maksatlı mı davranıyorsunuz? Hangi sebeple olursa olsun ehl-i sünnet ve’l-cemaatin ortaya koyduğu hak deliller haykırmaya devam edecektir. Yine İmâm-ı Âzam buyurdular: “Allah Teâlâ (celle celaluhu ve Tekaddes Hazretleri) sırf fazlından dolayı dilediğini hidayete erdirir. Sırf adaletinden dolayı da dilediğini dalâlete düşürür. Onun dalâlete düşürmesi hızlan, hızlanıdır. Hızlan demek kulunu kendisinin razı olacağı şeyi muvaffak kılmaması demektir ki bu onun adaletidir. Hızlana uğrayanın günahından dolayı cezalandırması da adaletinin neticesidir. O, kimi hangi suçtan hangi cezaya çarptıracağını o iyi biliyor. Bu onun adaletinin neticesidir. Örnek istiyorsan küfürde direniyor adam, inkârda direniyor, şirkte direniyor, nifakta direniyor. İnkarda direniyor da direniyor. Gerçekleri tekzip ediyor, direniyor. Tamam, direnirsen Allah’ın adaletine çarpılırsın. Zira Allah kuluna zulüm etmez. Zulüm, bir şeyi lâyık olmadığı yere koymak demektir. Allah zulümden münezzehtir. O, adaletini uygular. İmâm-ı Âzam Hazretleri delâlete düşmek manasında olan “idlal” (saptırma) kelimesini “hızlan” olarak tefsir etmişler. Hızlanı da kulun rızaya uygun amelde başarılı kılınmaması olarak beyan etmişlerdir. Hidayet, tevfik manasındadır ki rızaya uygun amellerde kulun başarılı olması için Cenab-ı Hakkın sebepler yaratmasıdır. O da hangi kuluna, hangi hidayeti, ne zaman hidayet edeceğini o biliyor.

 

1:00 Ders 08.11

 

Şeytan imanı zorla alabilir mi? Alamaz. İmâm-ı Âzam Hazretleri buyurdular: “Şeytan, müminin imanını zorla, cebren alır, demeyiz, caiz değildir. Fakat mümin imanını terk eder de o takdirde şeytan da müminden imanını soyar deriz”. Sen inkâr edersen şeytan da o zaman imanı senden soyar. Soyar alır. Elbiseden soyar gibi seni de imandan soyar. Ne zaman? Sen inkâr ettiğin zaman. Zorla, cebren alamaz. Şeytanın garazı (hedefi) müminden imanı selp (inkâr ettirme) etmektir ki böylece azap görsün. Şeytan insanoğlundan, Âdemoğlundan sürekli intikam alır. Niçin? Kendisi cehennemliktir. Herkesi kandırıp herkesin cehennemlik olmasını ister. Her Âdemoğlunun cehenneme gitmesini ister. Ama zorla kimsenin imanını alamaz. Ancak kandırmaya çalışır. Kanma, aldanma. Allah’ın sözlerine bak. Allah’ı dinle. Peygamberi dinle. Kur’an’ı, sünneti, icmayı, kıyası, İslâm âlimlerin hak ilmini dinle. Fakat bu cebren ve kahren olamaz. Yani şeytan kimseyi cebren, kahren (zorlama) imanını alamaz. Eğer “şeytan müminden imanı zorla alır” demek caiz olsaydı bu takdirde imanı alınan müminin ceza görmemesi gerektirdi. Çünkü “cebren alındı” denilecekti o zaman. Şeytana öyle cebrî fırsat verilmemiştir. Vesvese verir şeytan, aldanma. O vesvesenin yanında ilham var, Kuran var, marifet nurları var, İslâm var, şeriat var, peygamber var, Kuran var, âlimlerin ilmi var, Allah’ın hidayeti, yardımı var. Sen bunlara sırt dönme. Şeytandan yana tavır alır, şeytanı dinler, onun sözünü tutarsan işte şeytanın derecesine düşersin. Kul imanı bırakır o zaman şeytan alır diyoruz. Sen imanı terk edersen, inkâr varsa sende, sen imanı bırakmış oluyorsun. Şeytan da o zaman alır, diyoruz. Zira kul imanını bırakmadan şeytanın imanı alması caiz olsaydı o zaman Allah Teâlâ kulunu küfre mecbur etmiş olurdu. Hâşâ! Biz biliyoruz ki Allah kulun kendi arzu ve ihtiyari olmadan onun kalbinde küfrü yaratmaz. Dikkat et. Kulun kendi arzu ve ihtiyari olmadan yani kişi imanı bırakıp küfrü ne zaman ki alır, kendi arzusuyla, kendi ihtiyarıyla imanı bırakırsa, küfrederse işte o zaman Allah ne yapar? İmanı bırakan kişinin kalbinde küfrü yaratır. Niçin yaratır? Küfrü kul kazandığı için. Münker ve Nekir’in suali haktır. Herkesin kazancı kendine verilir. İman, amel-i salih cinsinden ne kazanıyorsan o verilir. Küfür, günah, haram cinsinden ne kazanıyorsan onları kazanırsan onlar verilir.

 

Dakika 1:05:00

İki taraf da yazılıyor amel defterine. Münker ve Nekirin suali de haktır. Münker ve Nekir’in mezarda, kabirde ölüyü sorguya çekmesi haktır. Kabrin sıkması ve kabir azabı da haktır. Kabrinde ruhun cesede iadesi de haktır. Kabir azabı kâfirlerin hepsi, müminlerin de asileri için haktır. Münker ve Nekir, bilinmeyenler demektir. Kabirdeki ölü onları daha önce ne bilmiş ne de görmüştür. Sihaf da bunlar iki melek ismidir, denilmiştir. Kabri sıkmak suretiyle içindekine azap verilir, azap verirler. Mesabih’te de Ebû Hureyre’den (radiyallahu anh) şu hadis-i şerif rivayet olunmuştur: “Peygamber Efendimiz buyurdular, meyyit (yani ölü) kabre konulunca gök gözlü, siyah renkli iki melek gelir. Bunların birine Münker, diğerine Nekir denilir. Bunlar “Şu adam hakkında ne dersin?” diye sorarlar. Mümin hayattayken dediği gibi şöyle cevap verir: “Muhammed (aleyhi salatü ve selam) Allah’ın kulu ve resulüdür”. Yani burada “Muhammed’i tanıyor musun?’ diye sorar Münker ve Nekir. Mümin, Müslüman ise ne diyor? “Muhammed (aleyhi salatü ve selam) Allah’ın kulu ve resulüdür. Ben iman ve ikrar ederim ki Allah’tan başka ibadete lâyık bir ilâh yoktur. Muhammed (aleyhi salatü ve selam) da Allah’ın kulu ve resulüdür” diye cevap verir. Bu sual melekleri de: “Biz senin dünyada da dilinle böyle söyleyip kalbinle de tasdik ettiğini bilirdik”. Görüyor musun? “Bilirdik” derler. Sonra da müminin kabri 70 zira genişler. Sonra da bu geniş saha baştan başa müminin şerefine aydınlatılır. Daha sonra da Müslüman, mümin kişiye, “Artık uyu, rahat et” denilir. Bunun üzerine mümin kişi “Ben de gideyim. Şu meşhud (görülen) hayatını ehl-i iyâlime haber vereyim.” der. Melekler “Allah seni kıyamet gününde şu mübarek merkatından (yani mezarından) diriltene kadar gelin ve güvey uykusu gibi uyu. O gelin ve güvey ki bunları aile halkının kendilerinden en sevimli olanı uyandırır”. Mutlu bir uyku, gelin-güvey uykusu. Eğer meyyit, münafık bir kişiyse yani ölen kişi, mezarına giren kişi münafık bir kişi ise meleklerin sorusuna, “Muhammed hakkında “Hak Peygamber” diyorlardı. Ben de onlar gibi dedim, yoksa ben ne olduğunu bilmiyorum” diye cevap verir o münafık. Melekler de “Senin dünyada böyle dediğini, şimdi de böyle diyeceğini biliyorduk” derler. Bunun üzerine arza, toprağa, küre-i arza, yeryüzüne “Sık şu adamı” diye emrolunur. Yani bu yeryüzü de onu iyice sıkar. Öyle bir hal ki vücudundaki kemikleri birbirine geçer ve Allah Teâlâ bu münafığı şu azap ve mihnet (eziyet) çukurundan bas edene, yani diriltene kadar bu azap devam eder.

 

Dakika 1:10:05

 

Görüyorsunuz, kıyamet kopana kadar, mezarından dirilip çıkana kadar azap devam eder, diyor. Şimdi bu hadis-i şerifin senedinde de Begavî, Mesâbîhu’s-sünne, Mişkatül Mesabih, Buhârî Şerif es-Sahi’ndinde, Tecrid-i Sarih, efendim ve diğerleri Tevhid tercümesine de kabir azabı hakkında geniş bilgi verilmiştir. Şimdi bunları birileri çıkmış inkâr etmek istiyor. Bu inkâr edenlerin başına bu şiddetli kabir azabının başlarına geleceğini düşünsünler. Ey kıymetli efendiler, Allah gerçekleri inkâr edenlerden eylemesin. İnkâr ile ölenler kendilerini mahvedenlerdir. Kulun Allah’a yakınlığı. İmâm-ı Âzam Hazretleri buyurdular.

İsmi de kendisi gibi yüce ve eşsiz olan Allah (celle celaluhu), Allah Teâlâ’nın yüce sıfatlarından “yed”in Farsça karşılığı müstesna olmak üzere âlimlerin Farsça olarak zikrettikleri her şeyi söylemek caizdir. Teşbihsiz ve keyfiyetsiz olarak Bâr-î Huda demek de 1:12 caizdir. Allah Teâlâ’nın isimlerini Arapçanın dışındaki bir lisanla da söylemek caizdir. Allah’ın isimleri diyor. Dikkat et buraya. Uydurukça isimler demiyor. Allah’ın isimlerini. Yalnız Arapçadaki Kur’an’da geçtiği üzere “yedullah” tabirinin karşılığı olan Farsça “dest (el)” kelimesini kullanmak caiz değildir. “Dest-i Huda” demek doğru değildir. Fakat ve Veyşullah tabirinin karşılığı olan bâr-î Huda demek caizdir. 1:12. Allah Teâlâ’nın her şeye kadir olduğuna ifade için Hüdâ-i Teâlâ tuanest, Allah 1:13 Teâlâ kadirdir, demek caizdir. Arapçanın dışında Cenab-ı Hak için söylenen isim ve sıfatların ifade ettikleri mana onu tenzih ve takdise delâlet (işaret) etmelidir. Mahlûkata benzerlik ve keyfiyet taşımamalıdır. Bakın burada bunlar çok önemli. Herkes ağzından çıkanı kulağı duysun. Herkes ne söylediğini bilsin. Rastgele konuşmasın.

Yine İmâm-ı Âzam Hazretleri buyurdular ki: “Allah’ın (celle celaluhu) kullarına yakınlığı ve uzaklığı mesafe itibarıyla değildir. Bu, keramet ve horluk (asilik) manasındadır. Allah’a itaat eden keyfiyetsiz olarak ona yakındır. Asi olan da keyfiyetsiz olarak ondan uzaktır. Yakınlık- uzaklık ve yöneliş halleri Allah’a münacatta bulunan hakkında vaki olan bir keyfiyettir. Cennette Allah’a keyfiyetsiz olarak komşu olmak ve onun huzurunda bulunmak da böyledir. Şimdi burada bu yakınlıkların keyfiyetsiz olması, yani nasıl ve niceliğini kimse bilemez. Yüce Allah nedir? Uzaklık- yakınlık, zaman-mekân bunlardan Allah münezzehtir. Bütün şanıyla yücedir. Onun yakınlığının- uzaklığının hangi manada olduğunu da ancak yine Yüce Allah kendi bilir. Ve İmâm-ı Âzam’ın bu izahına da dikkat et. Tekrar ediyorum ki unutma.

 

Dakika 1:15:15

 

Allah’ın kullarına yakınlığı ve uzaklığı mesafe itibariyle değildir. Allah’ın mesafeye ihtiyacı yoktur O mesafeden münezzehtir. Bu, keramet ve horluk manasındadır. Allah’a itaat eden keyfiyetsiz olarak ona, Allah’a yakındır. Kim? İtaat eden. “Keyfiyetsiz” diyor yani nasıl ve niceliğini kimse bilemez ancak Allah bilir bunu. Asi olan da keyfiyetsiz olarak Allah’tan uzaktır. Bunun da nasıl ve niceliğini kimse bilmiyor. Kim bu? Ası olan uzaktır. Yakınlık-uzaklık ve yöneliş halleri Allah’a münacatta bulunan hakkında vâki olan bir keyfiyettir. Yani yakınlık-uzaklık kul için geçerli kelimelerdir. Mesafe, insanlar içindir. Yalvaran kulla ilgilidir. Allah-u Teâlâ için ise uzaklık-yakınlık düşünülemez. Çünkü o zamandan, mekândan, mesafeden, cihetten her şeyden münezzehtir. Cennette Allah’a keyfiyetsiz olarak komşu olmak (yani nasıl ve niceliğini kimse bilmiyor) ve onun huzurunda bulunmak da böyledir. Bunların nasıl ve niceliğini insanoğlunun bilme şansı yoktur. Ancak bunlar Allah’ın ilmine havale edilir. Kul mesafe manasıyla Allah’a ne yakın ne de uzaktır. Çünkü uzaklık ve yakınlık ancak bir mekânda birleşen ve herhangi bir yönde değiştiren cisim hakkında düşünülebilir. Allah-u Teâlâ (celle celaluhu) Tekaddes Hazretleri ise mekândan, yer değiştirmekten, taraf ve yönden münezzehtir. Çünkü Allah cevher ve araz değildir. Bunları yaratandır. Kulun Allah’a yakın olması onun kerameti ve kemâlidir. Uzak olması da hakir olması ve alçalması manasındadır. Yakınlık keramete, uzaklık da rezalete ıtlak (bırakma) olunur. Bu suretle Allah’a yakınlık ve uzaklık tabirleri mecaz-ı mürsel (gönderilmiş) çeşidindendir. Nitekim bir sebebi müsebbit (tespit eden) yerine koymak da bu kavildendir (anlaşma). Evet kıymetli izleyenler, muhterem efendiler, Allah’a karşı aczini itiraf ile boynunu büküp yalvaranın halinde ve ruhunda duyduğu deruni (iç, kalp) bir bağlılık ve yakınlıktır. Bu hal Allah’ta değil kul da hasıl olur. Allah’a yakın-uzak olmak, teveccüh (yakınlık duyma) etmek, cennette komşu olmak sözleri birer mecazdır. Müteşabihattandır. Bu yakınlık, mekân ile değil sıfat iledir. Evvelce yakın olmayan sonra yakın olursa onu hali muhakkak değişmiştir. Güzel ve hayırlı işler işlemesi sebebiyle şekavetten (haydutluk) saadete dönmüştür. Yani Allah’a isyandan itaate dönmüştür. Yine büyüklerimizden birine göre de (rahmetüllahi aleyh ve aleyhim ecmaîn) kulun Allah’a yakın olması demek güzel ahlaklı olarak, onun emrettiği ahlak üzere bulunarak sıfat tavsif (vasıflandırma) bakımından yakın olmak demektir. Kişi ahlakını güzelleştirmek suretiyle şaki (eşkıya) olmaktan kurtulur da said (mutlu) olursa mekânda değil sıfatta yakın olmuş olur. Bu izahı yapanlardan biri de İmam-ı Gazali’dir (rahmetüllahi aleyh). Sevgili efendiler, işte bizim kâşif âlimlerimiz gerçekleri insanlık âlemine açıklamaya devam ediyorlar. Bilinmeyen gerçekler bilinir şekle gelince bu keşfetmektir. Onun keşfeden de kâşiftir. İslâm âlimlerin her birisi yüksek kâşiftirler.

 

Ders 15-11 ende

 

(Visited 483 times, 1 visits today)