458- Tefsir Ders 458 hayat veren nurun keşif notları
458- Kur’an-ı Kerim Tefsîr Dersi 458
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
(Necm Sûresi 1’inci Âyet-i Kerime’den 18’inci Âyet-i Kerime’ler)
‘’Elhamdülillahi Rabbil-âlemin vesselâtü vesselâmü alâ Rasûlina Muhammedin ve alâ âli Muhammed’’
“Estağfirullah bi-adedi zünûbina hattâ tuğfer Allah’u ekber hattâ tuğfer.”
Çok kıymetli ve muhterem izleyenler,
Dersimiz Necm Sûresi ile devam etmektedir. Hayat veren nurun dersleri, keşif notları, irşâd notları isimli Yüce İslam’ın nur saçan Kur’an’ın rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed’in şahsında Yüce Allah’ın ortaya koyduğu yüce değerlerin bunlar dersi ki bizzat İslam’ın, Kur’an-ı Kerim’in, Muhammedî şeriatın bizzat kendisidir. Bunun için ölümsüzlüğe insanlığı hazırlayan yüce nurun, Yüce İslam’ın dersleridir Kur’an-ı Kerim Yüce Allah’ın kelâm Kur’an dersi, Allah’tan ders almak demektir Kur’an-ı Kerimi dinlemek Allah’ı dinlemek demektir bize düşen görev onu iyi anlamak doğru anlatabilmektir. Yüce Allah’ın rızâsını kazanmak için bütün varlığımızla O’na kulluk yapmaktır. Bu da sağlam ilim, sağlam bir îmân ve Amel-i Sâlihle olur. Bunun için çırpınacağız O’nun rızâsını kazanmak için can atacağınız, seferber olacağız. Doğulunun, batılının konuşması değildir İslam, İslam Allah’ın ortaya koyduğu kânûnlardır. Bu direk kendi kaynağından, aslî delillerinden öğrenmemiz gerekiyor. Bu aslî kaynağın, aslî delillerin başında Kur’an-ı Kerim, sünnet, icmâ, ümmet, kıyâs-ı fukahâ ve fer’i deliller gelmektedir. ‘’Necm Sûresi’’ Mekke-i Mükerreme döneminde inzâl edilen sûrelerdendir 62 âyet-i kerimeden müteşekkildir, sıra numarası Kur’an-ı Kerim’de 53’üncü sıradadır. Sevgili Peygamberimizin kıraatini ilân ettiği ilk sûredir. Bu İbn-i Abbâs’tan İbn-i Merdiye’nin de İbn-i Mes’ûd’dan yaptıkları bir rivâyete göre bu sûre Sevgili Peygamberimizin kıraatini ilân ettiği ilk süredir. Bu rivâyetin kaynağında Buhârî Şerif bulunmaktadır yine Suyûtî de nakledenler arasındadır Ed-Dürrü’l Mansur’da böyle zikredilmiştir. Yine şöyle bir bakınca Harem-i Şerif’te Peygamberimiz bu sûreyi okudu müşriklerde dinliyorlardı. Yine Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Nesâî’nin İbn-i Mes’ûd’dan naklettikleri bir rivâyette o şöyle demiştir;
Dakika 5:10
Secde nâzil olan ilk sûre ‘’Necm Sûresi’dir’’ yine bu haberin kaynağında Buhârî Şerif bulunmaktadır, yine nakledenlerden biri de Suyûtî’dir. Yerden bir avuç toprak alıp onun üzerine secde etti sonra ben onun kâfir olarak öldürüldüğünü gördüm o Ümeyye Bin Halefti. Rasûlullah bu sûreyi okurken secde etti orada bulunan insanlar da secde ettiler. Ancak onlardan birisi yerden bir avuç toprak alıp onun üzerine secde etti, sonra ben onun kâfir olarak öldürüldüğünü gördüm o Ümeyye Bin Halefti. Bu habere de dikkat et! Bunu söyleyen de tabii Peygamber Efendimizin bu sûreyi okurken olayı orada görenlerde Sevgili Peygamberimiz de bunu ondan rivâyet edilmiştir. Ebû Hayyân da şu bilgiyi vermektedir; Ebû Leheb ‘in dışında mü’minler ve müşrikler Rasûlullah ile beraber secde ettiler. Ancak o bir avuç toprağı alnına kaldırıp bu yeter dedi ve secde etmedi. Bu da Bahrü’l Muhit’te Ebû Hayyân’ın naklettiği haberdir. Âlûsî ise her ikisinin de, yani hem Ümeyye Bin Halef hem de Ebû Leheb ‘in böyle yapmış olması muhtemeldir demiş. Çünkü bir kişinin böyle yapması onun gibi olanların hepsini şâmildir. Sûrenin iniş sebebi Ebû Hayyân’ın beyanına göre bu sûre müşriklerin Kur’an-ı Kerim’i Muhammed’in kendisi uyduruyor demeleri üzerine indirilmiştir. Peygamber kendiliğinden hiçbir şey konuşmaz, çünkü Peygamber vahiy ile konuşur. Bu da Tur Sûresi ile bu sûre arasında ki münasebeti açık bir şekilde göstermektedir. Zîrâ Tûr Sûresinde Sevgili Peygamber Efendimiz için mecnûn ve şâir denilerek Kur’an-ı Kerim’in onun uydurduğunu iddia ediyorlardı kızılmış putperestler dâima yanlışın içindedirler onlar hakka bâtıl, bâtıla hak derler. Bunun içinde böyle bir batıl iddiada bulunuyorlardı. İşte Yüce Allah Celle Celâlühü Allah’u Teâlâ bu sûrede söz konusu iddiaları ret için Allah ret ediyor bütün müşrikleri. Ret için yemin ederek hakîkati beyân buyuruyor. Kim? Yüce Allah Celle Celâlühü ve Celle Şânuhü Azze ve Celle.
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰىۙ ﴿١﴾
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوٰىۚ﴿٢﴾
وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ﴿٣﴾
اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙ﴿٤﴾
عَلَّمَهُ شَد۪يدُ الْقُوٰىۙ ﴿٥﴾
ذُو مِرَّةٍۜ فَاسْتَوٰىۙ ﴿٦﴾
وَهُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰىۜ ﴿٧﴾
ثُمَّ دَنَا فَتَدَلّٰىۙ ﴿٨﴾
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ ﴿٩﴾
فَاَوْحٰٓى اِلٰى عَبْدِه۪ مَٓا اَوْحٰىۜ ﴿١٠﴾
مَا كَذَبَ الْفُؤٰادُ مَا رَاٰى﴿١١﴾
اَفَتُمَارُونَهُ عَلٰى مَا يَرٰى﴿١٢﴾
وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰىۙ ﴿١٣﴾
عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى﴿١٤﴾
عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوٰىۜ ﴿١٥﴾
اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰىۙ ﴿١٦﴾
مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى﴿١٧﴾
لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرٰى ﴿١٨﴾
(Sadakallahu’l Azimü’l A’lâ)
Dakika 12:25
İnmekte olan yıldıza andolsun ki, (وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰىۙ) İnmekte olan yıldıza andolsun ki,
O arkadaşınız (Muhammed) sapmadı, azmadı.
O, hevâ’dan arzusuna (arzularına göre) konuşmaz.
O öyle bir şanlı Peygamberdir ki, (onun konuşması kendisine) vahiy edilenden başkası değildir.
Onu, müthiş kuvvetleri olan biri öğretti
(Ki o) akıl vereninde kuvvetli bir melektir. Hem (gerçek melek şeklinde) doğruldu.
O, en yüksek ufukta idi.
Sonra (Cebrâil Aleyhisselâm) ona yaklaştı ve sarktı.
Onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar yahut daha az kaldı.
(Allah), Kuluna verdiği vahyi verdi.
Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı.
Onun gördükleri hakkında şimdi kendisiyle tartışacak mısınız?
Andolsun onu bir kez daha görmüştü.
Sidretü’l Müntehâ’nın yanında.
Ki Cennet ’ül Me’vâ onun yanındadır.
Sidre’yi kaplayan kaplıyordu.
Şanlı Peygamber Muhammed Mustafa’nın gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı.
Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü. (لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرٰى)
Dakika 15:00
Çok kıymetli ve muhterem efendiler,
Şimdi bu yüce âyetlerin keşif notlarına şöyle bir bakalım;
Sûre’nin adı Necm Sûresi baştaki yüce kelimede (وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰىۙ ) diye başlamaktadır. Yıldıza yemin olsun.
Necm: Bu kelime birkaç mânâya gelmektedir, burada her birine ihtimâl verilmiştir bu mânâlarda. Birincisi: Yıldız demektir. İkincisi: Ağacın karşılığı olarak ot, ya da çemen mânâsına gelmektedir. Burada “Yerden biten otlar ve ağaçlar Allah’a secde etmektedirler.” Rahmân Sûresi 6’da (وَالنَّجْمُ وَالشَّجَرُ يَسْجُدَانِ) buyurulmuştur.
Üçüncüsü zaman ki aralıklarıyla parça parça verilen bir şeyin her bir parçasına da denir ki işte zaman anlamına da gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de yirmi üç senede peyderpey indirildiğinde “müneccemen” nâzil oldu denilir ve her inen kısmına “Necm” adı verilir. Yani her âyet bir yıldızdan daha parlak bir ilâhî kelâmdır.
Lam-ı ahit ile beraber “En-Necm” şeklinde özellikle Süreyya yani Ülker yıldızına isim olarak verilmiştir ki bu, “Esma-i Gâlibe” (yaygın kullanım) kabilinden bir isimlendirmedir. Ülker yıldızı, gökte üzüm salkımı gibi görünür ve Ay’ın menzillerinden üçüncüsü sayılır. Araplar darb-ı mesel olarak “Ülker akşam vakti doğarsa, çoban örtü ister” derler.
(izâ talean necmü aşâen ibtegâr râi) Çünkü o zaman güneş, Ülker’in karşısında Akrep’ten önce bulunduğundan, güneşin batmasıyla hemen doğuverir. Bir hadisi Şerif’te de; (izâ talean necmü sabâhan irtefaatil ahetü) denilmiştir ki: “Ülker sabahleyin doğarsa âfet kalkar yani (belâ, musibet) kalkar” anlamındadır. Süreyya yıldızların en göze çarpanı ve menzillerin en meşhuru olması hesabı ile bazı müfessirler burada Necmi Süreyya Yıldızı diye tefsir etmişlerdir.
Şimdi şöyle bir baktığımız zaman (رَبُّ الشِّعْرَى) “Şi’râ yıldızının Rabbi” (Necm 49) ifadesine dayanarak tefsircilerden bir kısmı da Necm’in Lâm-ı ahitle beraber Şi’râ yıldızı olduğunu söylemişlerdir. Her iki tefsir şeklinde de âyette yer alan hevâ doğmak mânâsınadır.
Dakika 20:00
Birçoğu da (وَالنَّجْمِ) “ve’n-necmi ”deki La’mı, La’mı cinsiyye kabul ederek herhangi bir yıldıza tahsis etmeden mutlak yıldız mânâsına almışlardır. Bunlardan başka söz konusu kelimeyi, hakîkat yahut mecaz mânâsında yorumlayanlarda olmuştur. Nitekim Câfer-i Sâdık Hazretleri “Necm ile” murâd Hazreti Peygamberdir, hevâ’dan maksat, onun Mi’râc’ tan inmesi yahut semâya çıkmasıdır demiştir. Ebû Hayyân’ın nakline göre İbn-i Abbâs Mücâhit Ferrâ ve Kâdı Münzir Bin Saîd söz konusu sûrede geçen “en-Necm’den” maksadın Kur’an-ı Kerim’den inen miktar olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu haberin kaynağında En-Nîsâbûrî “Garâibü’l-Kur’an ve Regâibü’l-Furkân” adlı eserinde nakleder. Nîsâbûrî de (وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰىۙ) âyetinin
(وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ) (إِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ) “Hikmetli Kuran’a andolsun ki sen elbette gönderilmiş Peygamberlerdensin.” Yani Yâsin-i Şerif’in ikinci, üçüncü âyetlerinde ki mânâsını ifade ettiğini söylemektedir. Bizde bu anlamı tercih etmek istiyoruz onun için mealde “Necm Yıldız diye tercüme etmeyip bu ihtimâllere de uygun olabilmesi için o yıldıza yemin ederim” (اِذَاهَوٰىۙ) indiği zaman. Burada İkinci babtan gelmektedir mastarı (Hiyaen hevayanen ve heviyyen)’dir ki şahinin inişi gibi süratle süzülebilmek, düşmek yahut yukarı fırlamak mânâlarına gelir. Yıldızların doğuşu da, batışı da bir “heveyân” yani ufuktan bir fırlayış bir iniş yahut bir düşüş demektir. Göğe ait cisimler (كُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ) “Hepsi bir felekte, (yörünge) de yüzmektedirler” buyrulmaktadır Yâsin-i Şerif’in 40’ıncı âyetinde. Göre, sukut, çekim kânûna tabidirler buna Fransızca “gravitation” yani “yer çekimi” denilen bu kânûn bir heveyân çekim kânûnudur. Söz konusu fiil dördüncü babtan (heviya yehva)’dan kullanıldığı zamanda mastarı (heviyyen) gelir ki buda nefsin şehvete meyletmesi ve arzulara düşkünlüğü anlamını ifade eder. Bu sûrenin ilk âyetinde yer alan (en-Necm) kelimesi yıldız mânâsına geldiğine göre sözü edilen (heveyânın) inişin hem güneşin batışı, hem de doğuşuna ihtimâli olduğu söylenebilir. Yolcular, yıldızların doğuş ve batış zamanlarına dayanarak yollarını bulurlar. Bütün yıldızların batması ise sabahın geldiğini gösterir.
Dakika 25:05
Şu hâlde (لنَّجْمِ) “en-necm’de” ki , “Elif Lâm’dan’’ cins kastedilirse, yemin sabah vaktine yapılmış olur. Şâyet çemen mânâsı verilirse, bu durumda da heveyan otların yükselip yere yattığı baharın son vakti demektir. Eğer “Necm” ile Kur’an-ı Kerim’den inen miktar kastedilirse de “hüviy” de onun inişi mânâsınadır.
Bu durumda Kur’an-ı Kerim’in nüzulü esnasında her inen kısmın indiği zaman yani vahiy olayının görünmekte olduğu saate tecellî eden şanlı Kur’an-ı Kerim’in âyetlerine yemin edilerek sonra da, (مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوٰىۚ) Arkadaşınız ne sapıttı, ne de azdı âyetiyle te’kîd ve ispatlı bir tarzda bu yemine cevap verilmiş olmaktadır.
Dalal: Hidâyetin zıttıdır. Yani yolu kaybetmek veya hiç yol bulamayıp şaşkın dolaşmak demektir “dalal”.
Gayy: Bu da rüştün zıttıdır ki, aklın istikametini veya yolun doğrusunu yitirmek mânâsını ifade etmektedir.
“Sahipten” maksatta Hazreti Muhammed Mustafa Sallallâhu Teâlâ Aleyhi ve Sellem Efendimiz Sevgili Peygamberimizdir. Zaten hitapta ona ve “Kur’an-ı Kerim’i kendi uydurdu” diyen Kureyş putperestlerine müşriklere ve benzerlerinedir ve o çağınkilere de, bu çağınkilere de gelecekte çağlardaki ne kadar müşrik kafalar varsa put kafalar bunlara Kur’an-ı Kerim cevap veriyor, onların zihniyetini reddediyor. Burada sohbette bulunan veya arkadaşlık edip koruyan sahip buradaki sahip daima sohbette bulunan veya arkadaşlık edip koruyan yani “hâmî” mânâlarına gelmektedir.
(وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ) “O hevâ’dan (nefsinin arzularına) göre konuşmuyor. Kim? Peygamberimiz. Allah’tan gelen vahyi ilâhîye göre konuşuyor. Kur’an-ı Kerim tamamen vahyi ilâhîdir, İslam vahyi ilâhîdir, Allah’ın kânûnlarıdır. Sevgili Peygamberimiz Allah’tan gelene göre konuşuyor, kendiliğinden konuşmuyor. Cenab-ı Hak bunu bildiriyor (اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙ) Ancak bir vahidir o şanlı Kur’an var ya o yani Kur’an veya onun lafzı söylenişi Kur’an-ı Kerim’in söylenişi, lafzı, mânâsı her şeyi ancak bir vahiydir. Orada vahyin dışında bir söz yoktur o yalnız (يُوحٰىۙ) vahyolunur, yani bunlar ancak Allah tarafından kendisine vahiy ve tebliğ edilmek sûretiyle bilinip söylenebilir. Bilimsel gerçekler, özellikler istikbalin karanlıklarını keşfederek verilecek hükümler ve söylenecek haberler, ancak Allah tarafından yapılacak haber verme ve denemeye dayanmaktadır.
Dakika 30:20
Sevgili Peygamberimiz Aleyhisselâtu Vesselâm’ın hiç, içtihâdı ile amel etmediğini ileri süren âlimler, görüşlerine bu âyeti delil getirmektedirler. (عَفَا اللّهُ عَنكَ لِمَ أَذِنتَ لَهُمْ) “Allah seni affetsin niçin onlara izin verdin.” Gibi âyetler, Peygamberin içtihâd yaptığını ancak îsâbet etmediğinde, o hâlde bırakılmayıp vahiyle düzeltildiğine işaret etmektedirler. Yani peygamberlerde içtihâd ederler ama yanılma şansları olurken Allah hemen düzeltir. Çünkü peygamberlerin yanlış ortaya bir şey koyma şansları yoktur onlar dosdoğru Allah’ın hükümlerini ne yaparlar; ortaya koyarlar, tebliğ eder uygularlar.
Vahyin en kuvvetli bir ilim olduğunu beyân içinde (عَلَّمَهُ) ona öğretti buyrulmaktadır (شَد۪يدُ الْقُوٰىۙ) Kuvvetleri şiddetli (ذُو مِرَّةٍۜ) bir kuvvet sahibi (الرَّحْمَنُ) (عَلَّمَ الْقُرْآنَ) çok merhametli Allah Kur’an-ı Kerim’i öğretti. Rahmân Sûresi 1 ve 2’nci âyetlerinde. Kur’an-ı Kerim’i öğretenin Allah’u Teâlâ olduğunu gösterirse de (قُلْ مَن كَانَ عَدُوًّا لِّجِبْرِيلَ فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللّهِ) “De ki: “Allah’ın izniyle şanlı Kur’an-ı Kerim’i, kendinden öncekini doğrulayıcı ve inananlara yol gösterici ve müjdeci olarak senin kalbine indirdiği için, kim Cebrâil’e düşman olur.” Cebrâil Aleyhisselâm Peygamberimizin kalbine getiriyor Kur’an’ı ama Allah’tan aldığı gibi getiriyor, Allah’tan öğrendiği gibi getiriyor. Ki burada esas öğretici Allah’ın kendisidir. Cebrâil ortada bir vasıta aynı zamanda elçilik görevi yapıyor. “De ki onu Rûhu’l Kudüs (Cebrâil Aleyhisselâm) Rabbinden hak ve hikmet gereğince indirdi.” “Onu (الرُّوحُ الْأَمِينُ) “er-Rûhu’l-Emin” yani Cebrâil Aleyhisselâm indirdi Şura sûresi 193. (نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْأَمِينُ) buyrulmaktadır. Kur’an-ı Kerim’i Allah’ın izniyle Peygamberin kalbine indiren yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahiy eden Yüce Allah’tır.
İbn-i Abbâs’tan gelen rivâyette Kur’an-ı Kerim’i öğretenin Allah olduğu ifade edilmiş ise de, Hazreti Âişe’den yapılan bir nakle göre söz konusu âyetteki öğretici, Cebrâil olarak tefsir edilmiştir. Çünkü Allah Cebrâil’e, Cebrâil de Peygamberimize getiriyor her iki haberde doğru ve aynıdır. “Şiddetli kuvvetlere sahip bir melek ki o Cebrâil Aleyhisselâm’dır. Zîrâ Cebrâil Aleyhisselâm harikaların gösterilmesinde bir vasıtadır.” El-Beydâvî ’de bunu zikretmiştir.
Dakika 35:15
(قِيلَ) “denilir ki” sözü ile zikretmiştir. Müfessir Taberi âyetteki (شَد۪يدُ الْقُوٰىۙ) “müthiş kuvvetler” sözünü, ‘şedidü’l-esbâb’ “müthiş sebepler” diye tefsir etmiştir. Nîsâbûrî de bu sözü ilim ve amel yönünden “müthiş kuvvetler” şeklinde yorumlamış ve ardından şunu ilâve etmiştir; “Burada öğrencinin faziletinin anlaşılması için öğretmen methedilmiştir. (عَلَّمَهُ) burada (جِبْرِيلُ) “Onu Cebrâil öğretti” denilmiş olsaydı bunun zâhiri anlamından öğrencinin fazileti açıkça anlaşılmış olmazdı.” Nîsâbûrî bunu söylüyor. Burada ayrıca (يُعَلِّمُهُ بَشَرٌ) “ona bir insan öğretiyor.” ‘’Nahl Sûresi 103’’ diyenlerin sözüne de bir cevap söz konusudur ki onların sözü reddediliyor Yüce Allah tarafından. Çünkü (وَمَا أُوتِيتُم مِّن الْعِلْمِ إِلاَّ قَلِيلاً) “size ilimden pek az bir şey verilmiştir.” ‘’İsrâ 85’’ (وَخُلِقَ الإِنسَانُ ضَعِيفًا) “Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.” Âyetlerine göre insan, hem ilmi bakımından mükemmel değildir, hem de zayıf bir yaratıktır.
(مِرَّ) Mirra: Mürur mastarından bina-i nev’idir. Öd, akıl, kat, kuvvet ve sağlamlık gibi mânâlara gelir. Buna göre (ذُو مِرَّ) “zûmirre”; te’sir eden nüfuz sahibi, ödlü yani korkağın zıttı, ruhsal yapısı çok kuvvetli, akıllı, güçlü ve pek sağlam vücutlu demektir. Bunun içinde Kur’an-ı Kerim’in Hz Muhammed’e getiren o kuvvetli varlık Allah’ın gönderdiği Allah’ın elçisi Cebrâil Aleyhisselâm’dır.
Kuvvetli, sağlam yapılı, güzel manzaralı Keşşâf, Beydâvî Ebu’s-Suud’un ifadelerine göre akıl ve görüşünde sağlam olan demektir.
“Şüphesiz rızık veren, sağlam kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.” Ama dilediklerine Cenab-ı Hak kuvvet verir. (فَاسْتَوٰىۙ) istivâ ediverdi doğruluverdi. Râgıb der ki; İstivâ kelimesi iki türlü kullanır. Birincisinde iki veya daha fazla faide isnâd olunur. Mesela (istiva zeydün ve amrun) “Zeyd ve Amr eşit oldular” demektir ki bu eşitlik, hem nitelik hem de nicelik yönünden bir denklik ifade eder.” (لاَ يَسْتَوُونَ عِندَ اللّهِ) “Bunlar Allah yanında bir olmazlar…” ‘’ Tevbe Sûresi 19’uncu âyetinde ki’’ istivâ da bu mânâdadır. İkincisi de bir şeyin zâtında ki itidale yani düzgünlük, denklik, doğruluk ve yükseklik gibi özel nispetlere denir. (ذُو مِرَّةٍۜ فَاسْتَوٰىۙ) “Ki o akıl ve reyinde kuvvetlidir. Hemen doğruldu.” (Necm 6. Âyetinde)
Dakika 40:00
( فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ) “Derken gövdesinin üstüne dikildi.” ‘’Fetih 29’’ (لِتَسْتَوُوا عَلَى ظُهُورِهِ ) “Ki onların sırtına binesiniz…” Sen ve yanında bulunanlar gemiye yerleştiğiniz zaman…” (vesteva emri fülanin) “falancanın işi düzeldi.” (festeva fülanin ala unnaletihi) “falanca, işçilerin emri altına aldı” işçilerini emri altına aldı şeklinde cümlelerde olduğu gibi (alâ istivâ), (istivâ alâ) harfi ile müteaddi olduğunda “istilâ” yani ele geçirme yayılma ve hâkimiyeti altına alma mânâsını ifade eder. Tefsirciler, (فَاسْتَوٰى) kelimesini tefsir ederken birkaç bana üzerinde durmuşlardır. Öncelikle bu fiilin zamiri ile ilgili iki görüşün bulunduğunu söylemeliyiz.
Birinci görüşe göre söz konusu zamir, öğretene, Cebrâil’e; ikincisine göre de öğrenene, yani Hazreti Peygambere râci dir. Eğer zamir Cebrâil’e gönderilirse bu durumda (fa) tefsiriyye olarak (عَلَّمَهُ) atfedilip (مَٓا اَوْحٰىۜ) sözüne kadar öğretimin nasıl gerçekleştiğini bir çeşit beyân etmektedir. İstivâ burada Cebrâil Aleyhisselâmın bizzat kendi sûreti ile en yüce ufukta doğrudan görülmesi mânâsına alınarak “Hakîkî sûretinde görüldü.” şeklinde izâh edilmiştir. Denildiğine göre peygamberlerden hiçbiri Cebrâil Aleyhisselâm’a hakîkî şekliyle görmemiştir. Ancak Hazreti Muhammed Aleyhisselâtu Vesselâm biri yerde diğeri de gökte olmak üzere iki defa Cebrâil Aleyhisselâm’ı asıl sûretinde muşâhede etmiştir. Bu açıklamalara göre âyetin mânâsı şöyle olabilir; Cebrâil Aleyhisselâm Hz. Muhammed Mustafa Sallallâhu Teâlâ Aleyhi ve Selleme (Kur’an-ı Kerim’i) öğretti ki o bu durumda bazen olduğu gibi, insan şeklinde değil Allah’ın yarattığı gibi hakîkî sûretinde doğrudan doğruya en yüce ufukta durup görülmüştü. Bunu dosdoğru sema da göründü diye de ifade edebiliriz. Bazıları küfür öğretti de cemaate durdu demişler, bazıları da kendisine verilen emir üzerine kuvvetiyle istivâ etti mânâsını vermişlerdir. İstivâ edenin Peygamber olduğu kabul edilirse ki biz bu mânâyı daha uygun buluyoruz. O zaman (فَاسْتَوٰىۙ) fiilindeki ‘’Fâ’’ fâ-i tâkibiyye veya sebebiye olarak kuvvetleri şiddetli yani müthiş kuvvet sahibi öğretti de arkadaşınız hemen istivâ etti. Yani ilim ve nübüvvetle yükseldi şeklinde açıklanabilir. (وَهُوَ) Ve O istivâ ettiği zaman (بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰىۜ) en yüksek ufukta doğruldu. Ufuk esasen kıyı ve kenar mânâsınadır.
Dakika 45:00
Özellikle göğün kıyı eteklerine denilir. Rüzgârların estiği yönlere de bu isim verilmektedir. Astronomi bilginlerinin ufk-ı hissi (hissedilen ufuk) ufk-ı zâhiri mer’î veya şuaî gibi (görünen ufuk) ve ufku hakîkî (gerçek ufuk) diye düşündükleri üç daire ısıtılan ıstılah olarak ikinci mânânın dışında değildir bu ıstılahıdır. Çünkü bakan kimsenin boyuna dik olarak bulunduğu noktadan veya yerin merkezinden geçtiği düşünülen arz düzleminin gök ile bitiştiği noktaya ufuk denilmiştir ki bu, yer cihetiyle gök kubbenin tam kıyısı demektir. Şu hâlde ufuk bir bakıma yerin, bir bakıma da göğün kıyısı olacağından en yüksek kıyı mânâsını ifade eden Ufk-ı Âlâya, ufk-ı semâ (gök ufku) ve ufk-ı şarkî (doğu ufku) denilmiştir.
Fahrettin Râzî der ki; (Rahmetullâhi Aleyhim ve Aleyhim Ecmaîn): “Meşhur olan görüşe göre (وَهُوَ) zamiri Cibril’e râci dir. Zîrâ bu âyet-i kerimede, Cebrâil Aleyhisselâm Allah’ın yarattığı gibi istivâ etti ve büyüklüğü sebebiyle bütün doğuyu kapladı şeklinde mânâ verilmiştir. Hâlbuki en uygun olanı söz konusu zamirle Hazreti Peygamberin kastedilmiş olmasıdır. Gerçi mânâsı yüce bir makamda istivâ etti ise de esas maksat gerçekten bir mekânda bulunmak değil Peygamberin kadir de kıymetinin, rütbe ve makamının yüksekliğidir.” Bunu da Fahrettin Râzî ortaya sürmüş bu görüşünü belirtmiştir.
(ثُمَّ دَنَا) sonra yaklaştı, (فَتَدَلّٰىۙ) aşağı doğru sarktı. “Tedellül” şeklinde dilberin naz ve cilve yapması mânâsını da ifade etmektedir. Burada Allah’a isnâd edildiği takdirde seven ile sevilen arasında muhabbetin olduğunu gösteren güzel bir istiare olmaktadır. İkincisi “yâ’lı” olarak “delâ’dan” yaklaşmak ve tevâzu göstermek anlamına gelebilir ki bazı âlimler bu mânâyı vermişlerdir. Bu durumda “delâ” fiilinin tefsiri olarak yaklaştı, indi ya da indi, yaklaştı diye tercüme edilir. Üçüncüsü “vâv’lı” olarak “delv” mastarından türemiş olmasıdır. “Delv” kovaya isim olarak verildiği gibi, “delv” mastarı da kovayı sarkıtmak veya çekmek mânâlarına da gelir. Cebrâil Aleyhisselâm en yüksek ufukta istivâ ettikten sonra yaklaştı ve birdenbire Peygambere doğru sarktı demektir. Esasen bu takdir “Hira Dağı’nda” (اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ) “Rabbinin ki yaratan Rabbinin adıyla oku…” âyeti geldiğinde bakın bu öğretisi ile vahyin, başlangıçta gelişini anlatmış oluyorsa da henüz Peygamberin Mi’râc’ı ile ilgili bir mânâ ifade ettiği söylenemez.
Dakika 50:10
Bu yaklaşma ve “tedelliyi” Yüce Allah’ın fiili olarak düşünenler “tedelli” fiilini bir de “cezb” (çekme) mânâsı ile tefsir etmişlerdir. “Allah’u Teâlâ’nın “tedelli” etmesini Peygamberi her şeyiyle kendisine cezbetmesi çekmesi demektir.” Bu da el-Beydâvî’nin tabii yorumudur. Fakat biz bunu “cezb” değil, cezbin eseri ve istivâ gibi Peygamberin Aleyhisselâtu Vesselâm’ın vasfı olarak çekilmek sûretiyle yükselme mânâsında anlıyoruz ki bu da yukarıdan aşağıya sarkmak değil, aşağıdan yukarıya çıkmak demektir. Görüldüğü gibi bununla da tam mânâsıyla Mi’râc olayına işaret edilmiştir. Yani Hazreti Peygamber Aleyhisselâtu Vesselâm Cebrâil Aleyhisselâmın öğretisi üzerine yüksek ufukta yalnız istivâ ile kalmadı, istivâdan sonra da Allah’u Teâlâ’ya doğru yaklaştı. Allah bilir ya belki de ‘’Kulum bana nâfile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder’’ sözünün mânâsı kendisine zâhir oldu da birden bire bir çekim kuvveti ile yüksek ufkun ötelerine fırlayıverdi. Onu seven böyle istedi (فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ ﴿٩﴾) “Derken iki yay kadar veya daha yakın oldu.” Yani onunla arasındaki mesafe iki yay kadar yahut daha az kaldı.
Kavs: Bilindiği gibi yay demektir.
Kâb da yayın kabzası kiriş kısmı olan iki köşe aralığına denir ki bir yayda iki kâb mevcuttur. Bazı âlimler de bu mânâya dayanarak kalb etmek yolu ile bir yayın iki kâb’ı Kâbe Kavseyn gavs olabileceğini de söylemişlerdir ayrıca yayın kabzasıyla kirişi arasında da kalk ismi verilmiştir. Mızrak, (rumh), değnek, (sevt), arşın, (zira, kol) boy, kulaç, (ba9, adım,( hatve), karış yani (şibr), serre, (fıtre), parmak, (isba), uzunluk ölçüsü olarak kullanıldığı gibi “kavs” da aynı şekilde bir ölçü olarak kullanılmıştır. Bir birlik antlaşması ve aksi mümkün olmayacak tarzda söz birliği ettiklerini gösteriyordu. Bu anlamda “kâb” miktar mânâsına değil üst üste gelen iki yayın birlik manzarasını gözler önüne kabza ile kiriş arası demektir. Bu şekilde Allah’u Teâlâ Celle Celâlühü kuluna verdiği vahyi verdi. (فَاَوْحٰٓى اِلٰى عَبْدِه۪ مَٓا اَوْحٰىۜ) Cenab-ı Hak; “Ona vahiy eyledi de vahiy eyledi.” Allah’a râci olduğunda ihtilâf yoktur (عَبْدِه۪) kelimesindeki zamirin Allah’a râci olduğunda ihtilâf yoktur.
Dakika 55:05
Müthiş kuvvetlerin sahibinden maksat Allah olduğuna göre, burada da vahiy edenin Allah olduğu açıktır. Diğer tefsir şekillerinde de ifadenin akışından, Allah’ın isminin zikredildiği kabul edilmektedir. Şu hâlde burada başlıca iki mânâ üzerinde durulabilir. Birisi: İşte Cebrâil ona böyle yaklaştı da Allah’u Teâlâ’nın elçisi Muhammed Mustafa’ya gönderdiği her vahyi getirdi, ona vahiy etti ve öğretti. Başlangıçta hakîkî sûretiyle görünerek getirdikleri şeylerin Allah’ın vahyi olduğunu öğretti ve belirli zaman aralıklarıyla tebliğ etti. Ki burada mânâ şöyledir; İşte Allah’ın has kulu olan o Peygamberimiz Hazreti Muhammed, istivâ ettikten sonra o Rabbine öyle yaklaştı ki bütün vasıtalar kaldırıldı ve Allah ona doğrudan doğruya verdiği vahyi verdi. Yani Mi’râc ’ta her ne vahiy etti ise Cebrâil Aleyhisselâmın dahi herhangi bir aracılığı olmaksızın vahiy etti. İşte bizde bu mânâyı tercih ediyoruz zîrâ önceki mânâya göre Mi’râc olayı yalnız, (وَلَقَدْ رَآهُ) “Andolsun onu bir kez daha görmüştü.” Necm 13’üncü âyetinde bırakılmış olmaktadır. (مَا أَوْحَى) “Ne indi?” Birisinin namaz olduğu bilinmektedir. Diğeri de peygambere söylenen şu sözdür: “Peygamberlerden hiçbiri senden evvel cennete girmeyecek.” Yani Hazreti Muhammed’den önce kimsenin cennete girmeyeceği ümmetlerden hiçbiri de senin ümmetinden yani Muhammed ümmetinden önce cennete girmeyecektir. Bakara Sûresi’nin son iki âyeti olan Amenerrasulü’nün de Mi’râc ‘ta indirildiğine dâir rivâyet daha önce geçmişti. Müslimin Sahîhînde de “Rasûlullah’a Sallallâhu Aleyhi ve Sellem üç şey verildi. Beş vakit namaz, Bakara Sûresi’nin sonu, ümmetinden şirke düşmeyenlere muhkimat yani büyük günahların mağfiret edildiği haberi” bunun kaynağında Müslim, Tirmizî, Nesâî bulunmaktadır. Şeklinde bir rivâyet mevcuttur bununla beraber o husûsî meclisteki vahyin tafsilatını ancak Allah ve Peygamberi bilir. Nitekim Nizâmeddinî Nîsâbûrî de tefsirinde, “ortaya çıkan bir takım sır ve hakîkatler var ki, onları Allah ve Rasûl’ünden başkası bilemez” demektedir.
(مَا كَذَبَ الْفُؤٰادُ مَا رَاٰى) “Gördüğünü gönül yalanlamadı” Mi’râc ‘ta ki o tecellîyatı verilen şeyleri görmesi bir hayal değil, kalp ve vicdanın yalancı çıkarmayıp görerek tasdik ettiği hakîkattir.
Dakika 1:00:00
Onun için Cebrâil’i Aleyhisselâm hangi sûretle olursa olsun her geldiğinde tanıdı. Cebrâil’i hakîkî sûreti ve bütün kuvvetleriyle birde Mi’râc ’tan inerken gördü. Burada Cebrâil’in Aleyhisselâm makam itibariyle Rasûlullah’tan geride olduğuna işaret vardır. Hz. Muhammed’in derecesi meleklerin derecelerinden de çok çok yüksek olduğu anlaşılmaktadır. Bu inişin “Mi’râc Gecesi” olduğunda ittifak vardır ancak kimin inişi olduğu konusunda farklı yorumlar mevcuttur. Bazıları Allah’u Teâlâ’nın inişi demişlerdir. Bu hususta Râzî şöyle der: Allah hakkında hareket ve iniş tasavvur etmek bâtıldır. Manevî yakınlık ile inişte de rahmet ve fazl üzere kula yaklaşma söz konusudur ki bu durumda da kul O’nu göremez. Onun için Mûsâ Aleyhisselâm (رَبِّ أَرِنِي) “Rabbim! Azâmet ve celâl perdelerinden bir kısmını ortadan kaldır, kuluna rahmet ve fazlınla yaklaş da seni göreyim” dedi. Âlimlerden bazıları da buradaki inişten maksat Cebrâil’in hakîkî görünümüyle inişidir demişlerdir. Ancak Cebrâil Aleyhisselâm Sidre-i Müntehâ’dan öte geçemediğine göre (عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى) âyeti Cibril’in inişi hâline münasip olmaz. Çünkü Cibril’in Sidre-i Müntehâ’nın yanında görülebilmesi için oraya daha yüksekten inmiş olması gerekir. Bunun içindir ki biz (قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ)’dan Peygamberin Aleyhisselâtu Vesselâm Mi’râc ‘tan inişi mânâsını anlıyoruz. Çünkü Cebrâil’in gidemediği o yüce makamlara Hazreti Muhammed’i Cenab-ı Hak kendisi ne yaptı; Muradıyla o yüce makamlara çıkardı. Râzî ve Nîsâbûrî’nin tefsirlerinde zikrettikleri bir habere göre: “Mi’râc Gecesi” Cebrâil Aleyhisselâm: “Bir parmak ucu daha yaklaşsaydım muhakkak yanardım” dediği makamda kalmış. Peygamber ondan ayrılıp daha ileri gitmişti. Nîsâbûrî bunu naklediyor, Fahrur Râzî de bunu naklediyor. İşte söz konusu âyette geçen inişten maksat Hazreti Peygamber Sallallâhu Teâlâ Aleyhi ve Sellemin gittiği makamdan daha sonra Cebrâil’in yanına dönüşüdür. Birde Rasûlullah namaz meselesi ile ilgili olarak birkaç kere inip çıkmıştı. (نَزْلَةً اُخْرٰىۙ) Tâbiri de böylece son inişi ifade etmiş olacağından yukarıdaki mânâya daha uygun düşmektedir.
Kıymetli dostlar,
Bizde bu mânâda karar kılmak istiyoruz bu husûsu şöyle özetlemek mümkündür; Âlemlere rahmet olarak gönderilen şanlı Peygamber Hz. Muhammed Sallallâhu Teâlâ Aleyhi ve Sellem, her Kur’an bölümünü getirdiğinde Cebrâil’i, girdiği sûrette görüyordu. Onu melek sûreti ile bir defa Mi’râc ‘tan önce görmüş ki o zaman Cebrâil Peygamberin yanına gelmişti.
Dakika 1:05:10
Bir kerede Mi’râc ‘tan inerken görmüştü bu görüşmede de Rasûlullah Cebrâil’e doğru yaklaşmış ve Cebrâil onu, (عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى) Sidre-i Müntehâ’nın yanında karşılamıştı.
Sidre-i müntehâ, son sidre demektir ve izâfî bir tekittir.
Müntehâ ismi mekân ya da ismi mimli mastar olan bu kelime “nihâyet sidresi” veya “son sınır sidresi” anlamını ifade eden bir isimdir. Sidre, daha evvelde geçtiği gibi ağaç demektir. Kamus Tercemesinde sidre ile ilgili şu bilgiler vardır; Sidr “si’nin” kesri ve ‘dal’ın sükûnu ile okunur. Nebk ağacına verilen isimdir. Buna Arabistan kirazı da denir ki, Trabzon hurması da aynı nevidendir. Bu kelimenin müfredi sidre çoğulu siderât, sidirat, sider ve sudur şeklinde gelir. Adı geçen bu ağaç iki çeşittir. Biri büstânî (bahçeye mahsustur) ki meyvesi hoş olup yapraklarıyla da yıkanılmaktadır. Diğeri de berrî (toprağa mahsustur) ki bunun meyvesi tatsızdır. Her ikisinin de gölgesi gâyet koyu hoş ve hafiftir.
Sidre-i Müntehâ yedinci semâda bir hadis-i şerife göre de altıncı semâda arşın sağ tarafında bulunan bir nebk ağacıdır ki müttekilere vaat edilen cennetin nehirleri, Muhammed Sûresi’nin 15‘inci âyetinde geçtiği üzere onun altından çıkar. Hazreti Peygamberin Aleyhisselâtu Vesselâm meyvesini tacın püsküllerine, yapraklarını da filkulaklarına benzeterek tavsifte bulunduğu bu ağaç hakkında şunları söylediği rivâyet edilmiştir; “Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yetmiş sene yol alsa yine kat edemez. Bir yaprağı ümmetin hepsini örter.” Bakın bu haberin kaynağında Buhârî var, Müslim var, Tirmizî var ve diğerleri de var. “Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yüz sene gitse kat edemez. Bir yaprağa bütün ümmetin üzerini örter” gibi haberler nakledilmiştir. Bu haberler söz konusu ağacı mahlûkatın cisim ve boyutları bakımından aldıkları son şekil ve emir âleminin sınırına dikilmiş bir ağaç bir “oluşum ağacı” olarak göstermektedir. Emir âleminin sınırı dikkat et! İbn-i Mes’ûd’dan gelen bir rivâyette onun şöyle dediği görülür; “Sidre-i Müntehâ, cennetin uç kısımlarında bulunan bir yerdir üzerinde ise Sündüs ve İstebrak’ın etekleri vardır. Keşşâfta da “Sidre-i Müntehâ, sanki cennetin bitiş noktasındadır” şeklinde bir ifade vardır.
Dakika 1:10:05
İbn-i Abbâs ve Kâ’b’dan nakledildiği ne göre “Sidre-i Müntehâ, arşın altında bulunan bir ağaçtır ki, melekler, nebiler ve mahlûkat içinde bulunan âlimlerin ilmi sonuçta ona ulaşır. Ondan ötesi ise gaybtır. Allah’tan başkası ondan ötesini bilmez bilemez.” Dahhâk’tan yapılan bir rivâyette de şöyle denilir; “Allah’ın her emri ona ulaşır. Ondan daha ileri geçemez” görüldüğü gibi bütün bu sözler “Müntehâ” kelimesinin ifade ettiği anlamı açıklayıcı mahiyettedir.
Şimdi ikinci bir duruma göre de Fahrettin Râzî tefsirinde ikinci sırada kaydettiği bir görüşte şunları söyler; “Sidre Rakib”’den “rikbe” gibi bina-i merre olarak alınırsa bu takdirde Sidre-i Müntehâ, hayret-i kusuâ (en son hayret) mânâsını ifade eder. Evet, yani akılların daha fazla hayret tasavvur edilmeyecek derecede hayrette kaldıkları bir makamda, Hazreti Peygamber hayrete düşmedi, şaşmadı, kendisini kaybetmedi ve gördüğünü gördü, demektir. Ancak yine de Râzî sahîh olarak ilk verdiği rivâyeti kabul etmektedir. “Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır.” (وَأَنَّ إِلَى رَبِّكَ الْمُنتَهَى) “Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır” âyetine göre Müntehâ’dan maksat Yüce Allah’ın huzurudur. Bu yüzden Sidretü’l Müntehâ da mülkün mâlikine izafeti kabilinden Allah’ın sidresi mânâsını ifade eder.
Ebû’s-Suud da bu görüşü ileri sürmüş ve güzeldir. Az sonra onu Allah’ın emrinden bürüyen bürüyünce ânî bir değişikliğe uğrayıp hiç kimsenin tavsif edemeyeceği bir hâle geldi ki o hâli bende anlatamam diyor. Bunu da nakleden Taberî ’dir. Yine İbn-i Cerîr’in İbn-i Zeyd’den yaptığı nakilde şöyle demektedir; “Peygamber Sallallâhu Aleyhi ve Sellem Efendimize: “Ya Rasûlallah! Sidre-i kaplayan ne gördün?” diye sorulduğunda, buyurdu ki; “Altından bir pervanenin onu bürüdüğünü ve her yaprağında bir meleğin oturup Allah’ı tesbih ettiğini gördüm.” (feraşün min zehebin) “Altından bir pervanenin onu bürüdüğünü ve her yaprağında bir meleğin oturup Allah’ı tesbih ettiğini gördüm.” İbn-i Abbâs’tan (Radıyallâhu Anhü ve Erdahüm Ecmaîn) (اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰىۙ ) âyeti ile ilgili şöyle bir rivâyet vardır; “Onu yani (Sidreyi) Allah’u Teâlâ bürüdü de Muhammed Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.” Bu ğaşy (bürümek) sıfatının, bir fiil olması gerekir. Rebi de “Sidre’yi Rabbin nuru ve melekler kapladı” demektir. Ebu’l Âliye göre de onu ağaca uçuşan kuşlar gibi Allah’ın nuru kapladı. Mücâhidin görüşü ise, “Muhammed hem Sidre’yi hem de kalbiyle Allah’ı gördü” şeklindedir.
Dakika 1:15:25
(مَا زَاغَ الْبَصَرُ) Göz şaşmadı. Onu (sidreyi) gören Rasûlullah’ın gözü yerinden kaymadı, şaşıp da sağa sola meyletmedi. (وَمَا طَغٰى) Ve haddi de aşmadı yani görme sınırını aşıp da yanlış bir bakış bakmadı. Akılların şaşacağı, gözlerin kamaşacağı hayret verici şeyler görmekle beraber o ne şaştı, ne de görme sınırını aştı. Son derece dikkatli ve sıhhatli bir şekilde Allah’ı tesbih edip onu müşahede etti. Âyetin ilk cümlesi Peygamberin Aleyhisselâtu Vesselâm edebini, diğeri ise kuvvet ve kudretini beyân etmektedir. Cenab-ı Hak Habîbini seçmiş Habîbim demiş Hazreti Muhammed murad bir Peygamberdir Allah’ın lütfuyla kuşatılmıştır. Râzî der ki: “Peygamberin müşâhedesi Hazreti Mûsâ gibi olmadı. Zîrâ Hazreti Mûsâ olayında dağ dümdüz olmuş, Mûsâ baygınlık neticesi yere yıkılmış ve bakışını kesmişti. Lâkin Sidre, dağdan kuvvetliydi çünkü dağ, darmadağın oldu fakat sidre sebahat edip yerinden kımıldamadı.
(وَخَرَّ موسَى صَعِقًا) “Mûsâ baygın düştü…” Araf 143’üncü âyet-i kerimesinde fakat Muhammed Sallallâhu Aleyhi ve Sellem hiç sarsılmadı.” Bununda haberin kaynağında Fahrur Râzî bunu nakletmektedir.
Şüphesiz o Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü. Özetlemek gerekirse şöyle denebilir; Hazreti Peygamber Mi’râc ‘ta Rabbinin rubûbiyyet âyetlerinden mülk ve saltanatının acayipliklerinden kelâmın ifade sınırına sığmayıp ancak muşâhede ile ulaşılabilecek en büyük âyet ve veya büyük âyetlerini gördü. Gösteren gösterdi de gördü murad Peygamber olduğu için ona nice lütuflarda bulunuldu. Onun derecesi en yüksek, en büyük zirve son noktaya yükseltilmiş bir Peygamber Hz. Muhammed Mustafa Sallallâhu Teâlâ Aleyhi Ve Sellem.
Şimdi şöyle bir bakalım Buhârî’de Mesrûk tariki ile Hz. Âişe’den şöyle gelen şöyle bir rivâyet vardır; Mesrûk der ki: “Hz. Âişe’ye Valide Hazretleri (Radıyallâhu Anha ve Erdahüm Ecmaîn). Muhammed Mustafa Sallallâhu Teâlâ Aleyhi ve Sellem, Rabbini gördü mü?” diye sordum. O da bana “Söylediğim bu sözden dolayı tüylerim diken, diken oldu” dedi. Ve arkasından şunu ilâve etti; “Her kim şu üç şeyi söylerse yalan söylemiştir. Kim Muhammed Rabbini gördü derse böyledir “gözler onu görmez, o gözleri görür. O Latiftir her şeyi haber alandır.”
Dakika 1:20:00
İşte o gözleri gören Yüce Allah o Muhammed’e murad edince de kendini ona muşâhede ettirmeye de kadir. Bu âyetini okudu: “Her kim sana yarın ne olacağını bilirim derse, yalan söylemiştir” dedi ve sonra “kimse yarın ne yapacağını bilmez” Lokman Sûresi’nin 34’üncü âyetini okudu. En sonunda da her kim sana Peygamber Risâlet’ten bazı şeyler gizledi derse o da doğru değildir demiştir ve ardından (يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ) “Ey elçi, Rabbinden sana indirileni duyur…” âyetini okudu. Ancak Peygamber Cebrâil’i iki defa hakîkî sûretinde gördü. Yine Buhârî’de Abdullah Bin Mes’ud gelen iki ayrı rivâyet vardı ki bunların birinde Peygamberin Cebrâil’i altı yüz kanatlı olarak gördüğü diğerinde ise, cennetten gelen ve ufku kaplayan yeşil bir refrefi müşahede ettiğini belirtmiştir. Bu rivâyetlerde gösteriyor ki görülen âyetler, Cebrâil’den ibâret değildir.
Müslim’de de şu rivâyetler vardır;
Ata tarikiyle gelen bir rivâyette İbn-i Abbâs: “Peygamber onu kalbiyle gördü” dedi. İşte Âişe Annemizin dış gözüyle Allah’ın görülmeyeceğini söyledi. İbn-i Abbâs da kalp gözüyle Allah’ın muradı dilemesiyle, O’nun lütfuyla, kalbiyle Allah’ı gördüğünü söyledi. Bu haberlerin arasında zıtlık var mı? Yoktur. Yalnız anlamalar anlayışlar farklıdır.
Ebu’l Âliye tariki ile gelen bir rivâyette de İbni Abbas’ın şöyle dediği nakledilir; “Andolsun ki onu bir kere daha gördü.” Buna mukâbil Buhârî’den zikredilen hadisten başka, Mesrûk’dan nakledilen daha genişçe bir rivâyette de vardır ki o da şöyledir:
Mesrûk der ki: “Hazreti Âişe’nin yanındaydım, bana dedi ki “Ya Ebâ Âişe, her kim şu üç şeyden birini söylerse Allah’a karşı büyük iftira etmiş olur”. Onların ne olduğunu sorduğumda bana şunları söyledi; “Her kim Muhammed Rabbini gördü zannederse Allah’a karşı büyük iftira da bulunmuş olur.” O esnada bende dayanıyordum, oturdum ey mü’minlerin annesi bana müsaade buyur dedim, o da acele etmememi söyledi ve Allah Celle Celâlühü, (وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰىۙ ) Necm 13’üncü âyeti okudu (وَلَقَدْ رَآهُ بِالْأُفُقِ الْمُبِينِ) “Andolsun (Muhammed) onu apaçık ufukta görmüştür.” Tekvir 23 “buyurmadı mı” dedi. Sonra da şöyle devam etti; Bu ümmet içinde onu Rasûlullah’a ilk defa ben sordum ve o da bana, “O Cibril’dir onu yaratıldığı hakîkî sûrette iki kereden başka görmedim.” Semâdan inerken görmüştüm, büyüklüğü, gök ile yer arasını kaplamıştı” dedi. Hz. Âişe “sonra da bana Allah’ın şöyle buyurduğunu işitmedin mi?” dedi Celle Celâlühü. “Gözler O’nu görmez, O, gözleri görür.”
(لاَّ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ) “Gözler O’nu görmez, O, gözleri görür; O Latifti her şeyi haber alandır.” En’âm Sûresi 103’üncü âyet.
Dakika 1:25:14
Ve yine bana Allah’u Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu duymadın mı? Dedi. “Allah bir insanla konuşmaz, ancak vahiy ile yahut perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder. O, yücedir, hakîmdir.” Bu rivâyette hadis yalnızca Hz. Aişe’nin içtihadına dayanarak mevkuf olmayıp Hz. Peygambere de isnat edildiği için müsned hadis hükmünü de almıştır. Bu yüzdendir ki Müslim bu hadis için eteem (en mükemmel) ve atvel (en uzun) tabirlerini kullanmıştır.
Abdullah Bin Şakîk ve Ebû Zer’den yaptığı bir rivâyette şöyle söyledi; “Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Selleme “Rabbini gördün mü?” diye sordum. (Nurun ennâ erâhü) “O bir nurdur, nasıl görebilirim yahut nereden görebilirim?” dedi. Bunu da Müslim, Tirmizî rivâyet etmektedir.
Başka bir rivâyetinde de Abdullah Bin Şakîk diyor ki, Ebû Zer’e “Rasûlullah’ı görseydim sorardım?” dedim. “Neyi sorardın” dedi. “Rabbini gördün mü?” diye sorardım dedim. Ebû Zer de bana dedi ki; “Ben sordum Resulullah buyurdu ki; (raeytü nuran) “bir nur gördüm.” bunu da Müslim rivâyet etmektedir. Kâdî İyâz Şifâ-i Şerif’te derkiB bir cemaat Hazreti Âişe’nin görüşünü benimsemiştir. İbn-i Mes’ûd ve Ebû Hureyre göre de meşhur olan görüş budur. Bu sebepten dolayı bir grup hadisçi, fâkih ve kelâmcı dünyada Allah’ı görmenin imkânsız olduğunu ileri sürmüşlerdir. İbn-i Abbâs’tan nakledilen meşhur kavle göre de Peygamber Aleyhisselâtu Vesselâm Allah’ı gözleriyle görmüştür. Hattâ İbn-i Abbâs bazı rivâyetlerinde Hakîm, Nesâî ve Taberânî rivâyetlerinde: “Allah’u Teâlâ Mûsâ’yı kelâm, İbrâhim’i dostluk ve Muhammed’i de görme rü’yet sıfatı ile mütehassıs kıldı” demiştir. Eş’arî ve ona tâbî olanlardan bir grupta, Hazreti Peygamberin Allah’ı basarı ile yani baş gözüyle gördüğü kanaatindedirler. Bazı tasavvuf erbabı da açık bir delil olmadığı için rü’yetin (Peygamberin Allah’ı görmesinin) baş gözüyle gerçekleşmesi konusunda görüş beyân etmekle birlikte bunun câiz olabileceğini söylemektedirler. Kâdî İyâz der ki; “Hiç şüphesiz doğru olan görüş budur: Zîrâ Allah’u Teâlâ’nın dünyada görülmesi aklen câizdir ve akılda, onu imkânsız kılacak bir şey yoktur. Şeriatte de mümkün olamayacağı konusunda kati bir delil söz konusu değildir.
(لاَّ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ) âyeti de “Gözler onu ihâta edemez veya her göz onu göremez” gibi yorumlara müsait olduğu için görmenin imkânsızlığına delil olamaz. (لَن تَرَانِي) “Sen beni göremezsin” Mûsâ Aleyhisselâm’a Araf sûresi 143’üncü âyetinde umumi bir mânâ ifade etmemektedir.
Dakika 1:30:10
Onunla beraber Peygamberimizin gözle görmesi hakkında da kesinlik ifade eden bir delil yoktur zîrâ bu konuda en fazla ihtimâl edilen Necm Sûresi’nin 11 ve 13’üncü âyetleridir. Bunlara göre de mesele ihtilâflı olmakla birlikte hem olabilirlik, hem de olmama ihtimâli vardır. Ayrıca Peygamberden bize ulaşan mütevatir bir haberde mevcut değildir. İbn-i Abbâs’ın görüşü ise kendi kanaatidir ve Hazreti Peygambere dayanmamaktadır. Alliyyü’l Kârî ’de “Şifâ Şerh ’inde şunları söyler; “Gazâlî İhyâ’sında sahîh olan görüş, Rasulullah’ın “Mi’râc Gecesi” Allah’u Teâlâ’yı görmemiş olmasıdır demektedir. Ancak Nevevî “Fetâvâ” da görmenin vuku bulduğunu kabul ederek kritikçi âlimlerden de nakillerde bulunmaktadır. Fahrettin Râzî tefsirinde herhangi bir yön ve karşılaşma söz konusu olmadan Allah’ı görmenin câiz olduğunu beyân ettikten sonra şunları söyler; “Ehl-i Sünnete göre görmenin meydana gelmesi kulun değil, Allah’ın irâdesiyledir” işte doğrusu budur. Öbür taraf teferruattır konunun incelenmesidir ama esas doğru budur. “Allah’ın irâdesiyledir görenin irâdesiyle değil, gördürenin irâdesiyledir.” Görenin gücü yetmez görmeye doğru ama gördüren dilerse gördürür. İşte Hazreti Muhammed’in kalp gözüyle zamandan, mekândan, cihetten münezzeh olarak Rab ona kendini göstermeye kâdirdir ve göstermiştir. Cenab-ı Hak O’nun cemâline bakmayı nasîb eylesin. Allah dilerse gözde, dilerse gönülde, idrâk hâlk edebilir, nelere kâdir değil ki.
Bu mesele sahâbe arasında da ihtilâfa yol açmıştır. Ancak şunu belirtelim ki, görmenin vuku bulduğu konusunda ihtilâf olmakla birlikte câiz olduğu hususunda ittifak vardır. Bunu da belirten Fahrur Râzî’ dir. O müfessirlerin imâmı büyük zât-ı muhterem (Rahmetullâhi Aleyh ve Aleyhim Ecmaîn) bütün âlimlerimizden Yüce Allah râzı olsun, mağfiret eylesin. Bütün mü’minlere Ümmet-i Muhammedin îmânlı olanlarına Allah rahmet eylesin, mağfiret eylesin. Îmânsızlara Allah îmân hidâyetini lütfeylesin.
Râzî sözüne şöyle devam etmektedir;
(لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى) âyetinde Peygamberin Aleyhisselâtu Vesselâm Mi’râc Gecesi Allah’ın âyetlerini görüp Allah’ı görmediğine bir delil vardır. Mamafi Allah’ı gördüğü konusu zaten ihtilaflıdır. Bu husus bir şekilde izah edilebilir; Allah’u Teâlâ Mi’râc kıssasını “âyetleri görmeyle” mühürlemiş.
Dakika 1:35:00
(سُبْحَانَ الَّـذ۪ٓي اَسْرٰى بِعَبْدِه۪) “Eksiklikten uzaktır ki o geceleyin kulunu… Yürüttü.” Âyeti içerisinde” (لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاۜ) …ona âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye…” buyurmuştur.
Kıymetli dostlarımız,
Râzî’nin bu son ifadesi bize başka bir mânâyı hatırlattı. Rü’yet en büyük âyet olunca burada “Kübrâ ’yı” görme ile tefsir etmemiz gerekecektir ki bunu da iki şekilde düşünmek mümkündür. Birisi: Rabbinin âyetlerinden, yani üstün mûcizelerden en büyüğü olan rü’yet mûcizesini görmekle kalmadı, âhirette ümmetinin göreceği gibi beni de gördü. Diğeri de en büyük âyet olan rü’yetin hakîkatini muşâhede etti şeklinde olabilir. Çünkü (لاَّ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ) âyetinde de geçtiği gibi, bakışların ve rü’yet denilen fiilin hakîkatini ancak Allah bilir. Bu Allah’ın bileceği kulun bilemeyeceği konulardan olduğu için insanlar burada ihtilâf etmeleri normaldir. O hâlde eziyetin hakîkatini muşâhede etmek, şöyle bir düşün bir hadis-i kutside Cenabı Hak ne diyor; (küntü semahü ve basarahü ve kalbehü) “Ben onun kulağı, gözü ve kalbi olurum oldum” diyor. Bakın (küntü ) oldum, (semahü) onun kulağı (ve basarahü) onun gözü (ve kalbehü) onun kalbi oldum. “Ben onun kulağı, gözü ve kalbi oldum” hadisi ve (وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ) “Attığın zaman sen atmadın.” Dikkat et! Enfâl 17’nci âyetinin ihtivâ ettiği mânâ üzere Allah’u Teâlâ’nın Rasûlullah da tecellî eden en büyük âyet ve delilleriyle mümkün olmuş olur. Bu mânâya göre en büyük âyet Muhammed’e verilen hakîkatler demektir. (إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ) “Şüphesiz O, işitici ve görücüdür.” O dileyince kendini gösterir yeter ki seni sevsin, yeter ki Habîbim desin. Muhammed’e Habîbim dedi Makâm-ı Mahmûd’u verdi âlemlere rahmet olarak gönderdi. Cenab-ı Hak bu lütuflarda bulundu Sevgili Habîbi Muhammed’e.
Rüy’etin ispat edilmesi konusunda zikredilen deliller, Allah’ın sıfatlarının tecellîsine; rü’yetin nefyi (imkânsızlığına) işaret eden hususlarda zikredilen deliller de, Allah’ın zâtının tecellî etmesine bağlanmıştır. Burayı da iyi anlamak gerekmektedir. Görülmeyen onun zâtının künhüdür yoksa sıfat tecellîsi ile Cenab-ı Hak dilediği kuluna dilediği gibi sıfatlarıyla tecellî eder. Amma zâtına gelince o nâmütenâhi yüce zâtını, elbette kimsenin gücü o zâtın künhünü görmeye gücü kimsenin yetmez. Ama sıfat tecellîsi ile dilediği kuluna cemâlini gösterir.
Dakika 1:40:05
İşte burada da bunu ortaya koymuş değerli âlimlerimiz. Bir şeyin zâtının tecellî etmesi ancak onun hakîkatinin ortaya çıkması ile mümkün olacağı için bunun Allah’ın zât-ı hakkında câiz olması imkânsızdır. Çünkü O’nun zâtını tamamen kimsenin görmeye gücü yeter mi?
(لاَّ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ) “Gözler onu görmez göremez,” (وَلَا يُحِيطُونَ بِهِ عِلْمًا) “Onlar ise ilimleriyle onu kavrayamazlar ihâta edemezler.” Tâhâ 110’uncu âyetinden de buna delâlet eder. Cenab-ı Hak; “Rabbi dağı görününce onu darmadağın etti.” Sözünde de yer alan (جَعَلَ) kılmak tâbirinde “Yüzler var ki o gün ışıl, ışıl parlar ve Rabbine bakar.” (وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَّاضِرَةٌ) (إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ) “Parıl, parıl parlayan yüzler vardır. O cemâle bakan gözler vardır.” İşte (وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَّاضِرَةٌ) (إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ) âyetinde de aynı husûsa işaret vardır. Yine Peygamberin Aleyhisselâtu Vesselâm: “Rabbinizi, Bedr yani ayın 14’üncü gecesi ayı birbirinizle sıkışmayarak gördüğünüz gibi Yüce Allah’ı cennette göreceksiniz.” Hadisinde de bakın bu âyette de, bu Hadis-i Şerifte de bir açıklık söz konusudur. Şimdi bakın bu haberi verende Buhârî Şerif. Yine şöyle bir burada görme Allah’ın ismiyle değil Rab ismiyle açıklanmıştır yani rü’yet “zat” cihetiyle değil “Rab” cihetiyledir. Yani sıfat tecellîsidir.
Hâsılı dünyada kesin olarak bilinen âhirette de kesin olarak görülecektir. Bununla beraber Allah’ın zâtının hakîkatinden ortaya çıkan sıfatların görüntüleri de, ebedî makam ve hâllerde sonsuzluğa doğru uzanmaktadırlar. Yüce Allah’ta sonsuzluğa erişen kimse cennette yine sonsuzluğa dek Allah ile O’nun lütuflarıyla, cemâliyle olacaktır. (إِلَى رَبِّكَ الْمُنتَهَى) “Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır” buyrulmuştur. Şu anda O’nun huzurundayız O bizi görüyor zaten. O yaşatıyor, O hayat veriyor, O’na aitiz. Yarında huzuruna çıkacağız hangi yüzle çıkacağımıza karar verelim. Îmân ve Amel-i Sâlihle onun huzuruna çıkmaya çalışalım hep beraber. Bununla beraber O’nun ve evveliyâtının başı ne de âhirinin sonu vardır yani başlangıcı da yok sonu da yok ebedî, ezelî bir varlıktır.
Âyetin zâhiren ifade ettiği mânânın açıklanmasında iki nokta üzerinde durulmuştur. Bu konuda Keşşâf sahibi şöyle söyler; “Âyetin zâhiri anlamına göre yaklaşma ve sarkma Peygamber ile Cebrâil arasında meydana gelmiştir ve görünende Allah değil, Cebrâil Aleyhisselâm’dır” diyor Keşşâf bu Ez-Zemahşeri, El-Keşşâf.
Dakika 1:45:18
Nitekim âlimlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Ayrıca Hazreti Peygamberin Hz. Âişe’ye cevap olarak verdiği haberde sahîh olunca, hiç kimsenin bundan başka bir görüşe meyletmesi de mümkün görünmemektedir. Allâme Tîbî de der ki; nazmın gereği şudur;
(وَهُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰىۜ )’ya kadar olan söz vahiy emri, Cebrâil’den aldığı ve düşmanların şüphelerini ortadan kaldırmak hakkında (ثُمَّ دَنَا فَتَدَلّٰىۙ ) (مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرٰى) âyetine kadar olan kısımda Allah’u Teâlâ’ya yükselme hakkındadır. Her akıl sahibi anlar ki (فَأَوْحَى) makamı “Cibril Allah’ın kuluna vahyetti” şeklindeki bir yoruma imkân vermez. Zîrâ gönül ehli olanlar bundan birbirlerine sırlarını açan iki kimse arasındaki yakınlık mânâsını sezerler ki, ona kurutu sevgisi dar fakat anlayışın sınırı da dar değildir. Buraya dikkat edelim! Kuruntu sevgisi dar, fakat anlayışın sınırı dar değildir.
Bu izahtan sonra şunu da belirtelim ki Hz. Âişe Annemizin hadisinin Peygambere ulaştırılan noktasını düşünmekle beraber bizimde âyetlerin akışından anladığımızın özeti, bu tarzdadır. Önce Resulullah’ın Cibril vasıtasıyla (اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِيخَلَقَ) “Yaratan Rabbinin adıyla oku” âyeti gereği öğretimi sonra istivâ ile yüksek ufka varması, daha sonra da ufkun üstünde yükselerek Cibril’in makamını geçmesi ve onu görmesi anlatılmaktadır. Ki, esasen (عَلَى مَا يَرَى) Necm 12’nci âyetinden onu devamlı görmesi gibi bir mânâ anlaşılmakla beraber biri, Mi’râc’a çıkmadan evvel üst tarafından biride Mi’râc ‘tan inerken alt tarafından olmak üzere Resulullah’ın hakîkî sûretinde iki defa gördüğü bilinmektedir. Anlatılan bu hususlardan biri de Hazreti Muhammedin Aleyhisselâtu Vesselâm’ın Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü görmesidir. İşte konu biraz uzadı ama uzamasında fayda vardır. Ömrümde bu kadar belki bunun böyle uzun bir izâhını ilk defa dinlemiş olabilirsin tabii istisnâlar hâriç. Cümlenin gelişinden anlaşıldığına göre âyette geçen “Kübrâ’nın” Cebrâil’den ibâret olmayıp, daha büyük bir şey olmasıdır. Nitekim Râzî de: “Âyetlerden maksat Cebrâil’den başkasıdır” demektedir. Şimdi şöyle bir göz atılmaktadır Âlûsî de de bu konuda şöyle der; Bazı haberlerde Peygamberin Aleyhisselâtu Vesselâm gördüğü şeyin Cebrâil ve Refref olduğu açıkça zikredilmişse de, esas olan belli şeyin kastedilmemesidir. Çünkü Peygamber Aleyhisselâtu Vesselâm “Mi’râc Gecesi” sayılamayacak kadar çok âyetler görmüştür.
Dakika 1:50:20
Müslüm’ün sahîhînde bulunan ve Ebû Habbeti’l Ensârî tariki ile İbn-i Abbâs’tan yapılan bir rivâyette Peygamber şöyle buyurmuştur; “Sonra göğe yükseltildim ta ki öyle bir makama öyle bir makama çıktım ki orada kalemlerin gıcırtılarını duyuyordum.” Dikkat et buraya! Sahîh Buhârî, Müslim ve Ahmed Bin Hanbel’den naklen bu kıymetli muhaddislerimiz rivâyet etmektedirler. Yani bir makama bir seviyeye çıkarıldım ki kâinatın mukadderatının nasıl cereyan ettiğine muttali oluyordum. Biz bu hadisi âyetini mânâsı ile ilgili görüyoruz. Ayrıca El- Kübrâ’nın el Âyetel Kübrâ takdirinde en büyük âyet demek olduğunu ve sözün akış tarzının da Muhammedî makamın açıklaması hakkında bulunduğunu kabul ederek sözü edilen en büyük âyetlerin Muhammed’e verilen hakîkatler olduğunu düşünüyoruz. Çünkü hangisi kastedilirse edilsin âyetlerin en büyüğünün ya da âyetlerden en büyüğünün Peygamber de tecellî etmesinde aslâ şüphe yoktur.
Şimdi Dehlevî bakın bu konuda ne demiş; Dehlevî Hüccetullahi’l-Baliğa adlı eserinin sonunda siyer-i nebi konusu içerisinde miraca dair şunları söyler; Hazreti Peygamber Aleyhisselâtu Vesselâm önce Mescid-i Aksa ’ya sonra da Sidre-i Müntehâ’ya ve oradan da Allah’ını dilediği bir mekâna götürüldü. Bütün bunlar uyanık olarak cismânî planda ancak misâl ile şahâdet arası bir âlemde ve her ikisinin hükümlerinin cereyan ettiği bir yerde gerçekleşti. Onun için ceset üzerinde ruh hâlleri ruh ve ruha ait mallarda cesetler şeklinde görülmüştü. Bundan dolayı söz konusu olaylardan her biri için bir tâbir ortaya çıkmıştır. Göğsünün yarılıp îmân doldurulması “şakkı sadr” bunun hakîkati meleklere ait nurların galebe etmesi, tabiat ateşinin söndürülmesi ve cennetin feyiz ve bereketiyle onun sükûne erdirilmesidir. Burak’a binmesi vasıtalarından biri Burak idi. Burak’a binmesi, bu da insan cevherini üstün derecede bir hayvan olan canlı bir varlık üzerine oturmasıdır ki Peygamberin ruhu behimi yani şehevî arzularına galip bir hâlde Burak’a binerek yükseldi. Mescid-i Aksa ‘ya geceleyin götürülmesi burası Allah’a ait alâmetlerin ortaya çıkış yeri, Mele-i Âlâ Meleklerin toplantı yerinin bağlı olduğu ve Peygamberlerin bakışlarını çevirdikleri yer ve sanki gayb âlemine açılan bir pencere gibidir.
Dakika 1:55:20
Peygamberlerle görüşmesi bunun hakîkati de Hazreti Muhammed’in onlarla cennete şeref bahşetmesi ve onlar arasında kendisine mahsus olan kemâl mertebesinin ortaya çıkmasıdır. Göklere çıkması bu da Peygamberin derece, derece Allah’a doğru yükselerek vazifeli meleklerin ve onlara katılan faziletli kimselerin hâllerine Allah’u Teâlâ’nın onlara verdiği tedbire ve o seçkin toplum…
Dakika 1:58:02