fıkhı-ekber-ders-10-01

10- Ders 10 Fıkhı Ekber hayat veren hayatveren

FIKH-I EKBER DERS 10

 

 

Bismillahi ziş şâni azimüşşan şedidül bürhan gaviyyül erkam mâşâallahu kâne eûzübillahi min külli şeytani insinve can

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

 

Çok kıymetli ve muhterem izleyenler, kıymetli efendiler! Fıkh-ı Ekber’le ilgili keşif notlarımız devam ediyor. Yüce Allah, bütün İslâm âlimlerine çok mu çok rahmet eylesin. İmâm-ı Âzam’ın Fıkh-ı Ekber’inden size keşif notları vermeye devam ediyoruz. O kıymetli İslâm’ın hizmetinde bulunan, ömür boyu bir insanlık âlemine ilim güneşi olarak parlayan İmâm-ı Âzam’a da Yüce Allah ebediyyil ebed rahmet eylesin! Rahmetüllahi aleyh ve aleyhim ecmaîn.

Kıymetli efendiler! İmâm-ı Âzam şöyle buyurdular: “Haramı helâl saymadıkça herhangi bir günah işlediği için Müslümanâ kâfir diyemeyiz. Ondan iman ismini kaldıramayız. Ona gerçek manâsıyla mümin deriz. Bir müminin kâfir olmadan fasık, günahkâr olması da caizdir çünkü günahsız insan yoktur. Fakat haramlara helâl derse işte o zaman kişi küfre girer, mümin değildir”. 28.10 3:27 Haramı helâl saymadıkça işte İmâm-ı Âzam insanların günahkâr olabileceğini, müminlerin de günahkâr olabileceğini söylediler. Ehl-i sünnetin görüşü budur. Hâricîlerin büyük günah işleyeni, mürtekib-i kebîreyi kâfir saydıkları gibi, biz günahkâr mümine kâfir diyemeyiz. Yani ehl-i sünnet inancında başta İmâm-ı Âzam, onun da yanında tâbiîn, tâbiînin önünde sahabiler, sahabinin de başında Sevgili Peygamberimiz ve Yüce Allah’ın ortaya koyduğu yüce İslâm ve delillerinden ehl-i sünnet vel cemaat âlimleri büyük veya küçük günah işleyen kimseye hiçbir zaman “kâfir” dememişlerdir, kâfir saymamışlardır. Ancak haram olduğu kesin olan bir eğer haramı helâl kabul ederse o zaman durum değişir. Kişi imandan çıkar, küfre girer. Fakat Hâricîler büyük günah işleyenlere “kâfir” diyorlar. Hz. Ali’ye de bunlar, Hz. Ali gibi cihanın en büyük Müslümanlar Müslümanına, en değerli kahramanına ve allam-i cihan olan Hz. Ali’ye ve hülefâ-i râşidin olan ve ehl-i beytten olan Hz. Ali’ye Hâricîler bu alçakça sıfatı isnat etmişlerdir. Hâricîler Müslümanlara yakışmayan sıfatları yakıştırmışlardır. Hz. Ali bunları Nehrevan’da kılıçtan geçirmiştir. Fakat kesin delil ile sabit olan masiyeti, yani haramı helâl sayarsa o zaman kişi kâfir olur. Hiçbir harama helâl denmez, helâllere de haram denmez. Çünkü haramı helâl saymak Allah ve Resulünü yalanlamaktır. Bir şeyin haram olmasını Yüce Allah ortaya koyar, Allah “haram” diyor sen “helâl” diyeceksin. O zaman işte ayakların kayar. Allah ve resulünü yalanlamış olursun. Allah ve resulü doğru, en doğruyu ortaya koyar. “Ondan iman ismini kaldıramayız ve gerçek manâsıyla mümin deriz” denmek suretiyle şuna işaret edilmiştir ki her Müslüman hakiki mümin olarak isimlendirilir. Bu da gösteriyor ki iman ve İslâm birdir. Kıymetliler! Konu anlaşılmıştır. Harama “helâl” diyenler kâfir olurlar. 4.11 8:19 Harama helâl demedikçe insanlar mümin olarak günahları bulunur, büyük veya küçük. Büyük veya küçük günahı var diye kimseye “kâfir” denmez, ancak haramlara “helâl” de denmez. Fısk, büyük günah işlemek suretiyle Allah’a taat yolundan çıkmak demektir. Yani fıskın sahibine “fasık” denilir. Allah’a itaat yolundan çıkan insanlara da “fasık” denir. Efendim, yine büyüklerimizden biri şöyle söylüyor: “Kebîre, büyük günah, dünya ve ahiretteki ukubeti kesin delille bildirilen ve fahiş vasfı ile nitelendirilen liva’ta (Lut kavimin yaptıkları), babasının nikâhından geçenle nikâh vs. gibi günahlara denir”. Yani büyük günahlara kebîre denmektedir. Fahiş vasfı ile nitelendirilen günahlar. Şimdi Sadru’ş-Şeriya Ubediyullah bin Mesud el-Mahbubi (ölümü hicri 747) bu zat-ı muhterem konuya da böyle de değinmiştir. Mûtezile mezhebi mensupları büyük günah işleyene “fasık” derler fakat bunlara göre fasık, ehl-i sünnetin görüşü gibi olmayıp ne kâfir ne de mümindir Mûtezileye göre. Yani “Bir insan büyük günah işlediyse o mümin de değildir, kâfir de değildir” derler. Bu, Mûtezilenin kendi görüşü. “Fasığa kâfir de denemez, mümin de denemez” derler. Bunlara göre fasıkın yeri iman ile küfür arasında bir menzildir. Mûtezilenin fasık için tayin ettiği yere “el menziletü beyne’l-menzileteyn” denir. Evet bu da Mûtezilenin kendine ait bir görüşüdür. Ehl-i sünnet bunları reddeder.

Yine İmâm-ı Âzam şöyle der: “Mestler üzerine meshetmek sünnettir. Ramazan-ı Şerif gecelerinde teravih namazını kılmak da sünnettir”. Mestler üzerine meshetmenin caiz oluşu meşhur sünnet ile sabittir. Bu bakımdan sünnet oluşunu inkâr edenin imanından yani küfrü girmesinden korkulur, imanı tehlikeye girer, çünkü bu haber mütevatir derecesine yakındır, denmiştir. Kıymetliler, mütevatir konusunda da sizlere bir bilgi verelim. Mütevatir haber, yalan üzere birleşmelerini aklın kabul edemeyeceği bir topluluğun verdiği haber cinsidir. Meşhur ise tevatür derecesine ulaşamayan, her nesilde de ravisi (hadis nakleden) en az iki olan hadis-i şerif türlerine de meşhur denmektir. “Mestler üzerine meshetmenin caiz olmadığına inanların kâfir olmalarından korkarım. Bu konuda haber ve eserler tevatür derecesindedir.” sözü İmam-ı Kerhî’ye aittir. Evet kıymetliler, İmam-ı Kerhî böyle demiştir. Çünkü İmam-ı Kerhî de çok kıymetli bir İslâm âlimidir. Yine Şeyh Ekmeleddin el-Bâbirti, Şerhu’l Vasiyye’de efendim buna değinmiş, hülasa sahibi de yine buna değinmişlerdir. İftiharu din Tahir bin Ahmet el Buhâri onun da eserinde bunları bulmak mümkündür. Kıymetli efendiler! Hülasa el-Fetâva sahibi der ki el-Müntekâ’da şöyle anlatılmıştır: “Ebû Hanîfe’ye bu hususta ehl-i sünnetin görüşü soruldu.  O, şöyle cevap verdi: “Biz Ebû Bekir’le, Ömer’i üstün sayarız. Osman ile Ali’yi severiz. Mestler üzerine mesti caiz görür, iyi-kötü her kişinin ardında da namaz kılarız. Hidayet eden Allah’tır (celle celalu). Şimdi tâbiînden Katâde’nin (radıyallahu anhüm) sorusu üzerine Ebû Hanîfe bu cevabı vermiştir. Hasan el Basri (rahmetullahi aleyhi) “Ashâb-ı kiramdan 70 kişiye yetiştim. Hepsi de mestler üzerine meshederlerdi” der. Ebû Hanîfe “gün gibi apaçık deliller elde etmedikçe mestin caiz olduğuna kanat getirmedim” demiştir. Yani bütün delilleri topladıktan sonra diyor, böyle söyledim, diyor.

Çok kıymetli ve muhterem efendiler! İster takva sahibi salih olsun, isterse günahkâr olsun her müminin arkasında namaz kılmak caizdir. Tabii bu asgari olanı söylüyor. Bir de bunun faziletli ehil, ehliyetli olanları da kendi konusu içinde ayrı izah edilecektir. Çünkü günahsız insan olmaz, yeter ki imanında bir tehlike olmasın, ehl-i bid’at olmasın.16:42 11.11 İmanı mevcut olduğundan caiz olmasına rağmen facirin ardında namaz kılmak mekruhtur. İşte bak burada asgari bildirdikten sonra burada ehl-i takva varken facirin ardında namaz kılmak mekruhtur. Mekruh oluşu da o kişinin dini emirlere ihtimam (dikkat) göstermemesinden, gereken önemi vermemesindendir. Peygamber Efendimiz buyurdular: “Takva sahibi âlim bir kimsenin ardında namaz kılan, peygamberlerden birinin ardında namaz kılmış gibidir. Peygamberlerden birinin ardında namaz kılan kimsenin küçük, geçmiş günahları mağfiret olunur”. İşte bak fazilete de. Sevgili Peygamberimizden gelen haberle değindi. Fıkh-ı Ekber buna da değindi. Sevgili dostlarımız, şimdi bu haberin bu kaynağında da Aclûnî’nin, Münâvî’nin beyanlarına göre bu mealdeki hadislerin hepsinin ravisi Ebû Hureyre, radiyallahu anhtır demişlerdir. Yine Keşful Hafâ’da, Feyzül-Kadir’de efendim Camiu’s-Sağir’de de mevcuttur. Yine, İmâm-ı Âzam (rahmetullahi aleyh) ne diyor bak: “Biz işlediği günahlar mümine zarar vermez, demeyiz. Günahlar zarar verir. Günahkâr mümin cehenneme girmeyeceğini de söylemeyiz. Dünyadan mümin olarak göçtükten sonra fasık bile olsa bir kimsenin cehennemde ebedi kalacağını da söyleyemeyiz”. Çünkü imanla bu dünyadan göçerse cehennemde ebedi kalır diyemeyiz, diyor İmâm-ı Âzam (rahmetullahi aleyh ve aleyhim ecmaîn). Şimdi burada Mürcie mezhebi “Mümine günah zarar vermez” diyor. Bak bu da ehl-i sünnet tarafından, Mürcie bâtıl bir mezheptir, reddolunmuştur. Efendim, İmam-ı Fahreddin er-Râzî, el-Erbaûn adlı eserinde der ki: Kâfir olmayan fakat büyük günah işlemiş olan mürtekib-i kebire kişi hakkında üç görüş vardır. Büyük günah işleyenin ceza görmeyeceğini kesinlikle söyleyenler. Bu görüşün sahibi Mukâtil bin Süleyman ve Mürcie mezhebidir ki bu görüş ehl-i sünnet tarafından kabul edilmemiştir. Büyük günah işleyenler muhakkak ceza göreceklerdir, diyenler ki bunlar da Mûtezile ile Hâricî mezhebi mensuplarıdır. Ehl-i sünnet bunu da reddeder. Ceza görmesi ve affedilmesi konusunda kesin konuşmayanların görüşü. Bu görüş âlimlerin çoğunun görüşüdür. Görüşler içinde makbul ve muteber olan da budur. İşte ehl-i sünnettin görüşü budur”. Cenab-ı Hak dilerse affeder, dilerse ne yapar? Cezasını verir. Artık kulun tövbe etmesi, Allah’tan affetmesi. 21:33 18.11Yoksa Mürcie gibi, Mûtezile gibi, Hâricîler gibi konuşmak İslâm’ın ehl-i sünnet anlayışına uymuyor.

Mürcie mezhebinin söylediği gibi “İyi amellerimiz kabul edilir, kötü amellerimiz affedilir” diyemeyiz. İmâm-ı Âzam böyle diyor. Şöyle deriz, burada Mürcie’yi yine reddediyor İmâm-ı Âzam. “Biz şöyle deriz, bir kimse amellinin fasid (fesat çıkaran) olmasından sebep olan kusurlardan ve bâtıl olmasına yol açan hususlardan uzak ve salim olarak bütün şartlarına riayet ederek bir amel işler de sonra bunu mürted (yani dinden çıkmak) olmak veya kâfir olmak gibi bir hâl ile iptal ederek geçersiz hâle getirmezse ahirete göçene kadar da bu halini devam ettirirse, şüphesiz Allah o kulun amelini zayi (kaybolan) etmez”. Çünkü mürted olmamış, imanını korumuş, amel-i salihlerine devam etmiş. Allah bunların diyor, bu kulun amelini zayi (kaybolan) etmez, kabul eder ve karşılığında da sevap verir. Bunlar Allah’ın vaatlerinde mevcuttur. İmâm-ı Âzam burada da şanlı Kur’an’a dayalı gerçek bir iman esasını da ifade etmişlerdir. Büyük günah işleyenin ibadetleri boşa gitmeyeceğinden sevapları bâtıl olmaz. Ehl-i sünnetin itikadı böyledir. Fakat dinden çıkanın durumu böyle değildir. Eğer imanına zarar verecek, mürted olacak bir hâle gelirse ve böyle de ölürse bu adam cennette giremez. Çünkü günahkârlık ayrı şey, imansızlık ayrı şeydir. İnsanların günahı olur. Yalnız küfür, şirk, nifak, inkâr, mürtedlik gibi imanı yok eden tehlikeler olmayacak. İman, kişiyle ebediyyil ebed, iman kişide var olacak. İman 100 seneliğine, 1000 seneliğine iman olmaz. İman kişiyle ebediyyil ebed kişinin imanı var olacak. Bu da kalbin tasdiki, dilinin ikrarı. Hiçbir zaman şüphe gelmeyecektir. Fıkh-ı Ekber, İmâm-ı Âzam, imanın nasıl iman olacağını, imanâ zarar veren bütün tehlikeleri Fıkh-ı Ekber’de ve diğer eserlerinde işaret etmiştir.

Kıymetli izleyenler, “Kim imanı tanımayıp kâfir olursa herhalde bütün yaptığı boşa gitmiştir ve o ahirette en çok ziyana uğrayanlardandır”. İşte bu Maide Suresi 5. ayet-i kerimedir.

الْيَوْمَ أُحِلَّ لَكُمُ الطَّيِّبَاتُ وَطَعَامُ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ حِلٌّ لَّكُمْ وَطَعَامُكُمْ حِلُّ لَّهُمْ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ الْمُؤْمِنَاتِ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ مِن قَبْلِكُمْ إِذَا آتَيْتُمُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ مُحْصِنِينَ غَيْرَ مُسَافِحِينَ وَلاَ مُتَّخِذِي أَخْدَانٍ وَمَن يَكْفُرْ بِالإِيمَانِ فَقَدْ حَبِطَ عَمَلُهُ وَهُوَ فِي الآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ

“Bugün temiz nimetler size helâl edildi. Kendilerine kitap verilenlerin yemekleri size, sizin yemekleriniz de onlara helâldır. Hür mümin kadınlar, sizden önce kendilerine kitap verilenlerin hür kadınları, namusunuzu muhafaza etmek, zina etmemek, gizli dost tutmamak, kendilerine mehirlerini verip nikahlamak şartıyla size helâldır”. “Her kim şeriatın hükümlerini tanımazsa bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve o ahirette zarara uğrayacaklardandır” buyrulmuştur.

Şartlarına riayet ederek amel etmek, farzlarına riayetle niyet ve ihlasla yapılan ameldir. Onun sevabını giderici efendim ayıplar ise kendini beğenmek, kendini beğenerek riya ve sum’a (gösteriş) ile yapılan ameldir. Kıymetli efendiler, şimdi riya ve sum’a ile yapılan ameldir. Bir insan riyakarlık ederek, kendini beğenerek, sum’a ile amel yapıyorsa yani hem oynuyor hem dönüyor hem çalgı çalıyor hem de ibadet ettiğine inanıyorsa işte bunlar diyor iyi amellerin mükafatını ne yapar? Kişinin amellini mahveder. Şimdi gerçek amellerinin mükâfatını ise Allah verir. Bu mükafatı ve kuluna amel-i salihlerin mükâfatını vermek Allah üzerine bir borç değil onun fazlından ve lütf-u kereminden dolayıdır. Cenab-ı Hak yine buyurur:
وَعَدَ اللّهُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً فِي جَنَّاتِ عَدْنٍ وَرِضْوَانٌ مِّنَ اللّهِ أَكْبَرُ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ

“Allah mümin erkeklere de mümin kadınlara da kendileri içinde ebedi kalıcı olmak üzere altından ırmaklar akan Adn cennetlerini ve çok güzel meskenleri vaat etti”. Tövbe Suresinin 72. ayet-i kerimesidir bu da. Mümin olacaksın, imanın ebediyyil ebed sende, kalbinde var olacak. İmanâ zarar verecek hiçbir davranışın olmayacak. Söz ve yanlış inanç yani şirk, küfür, inkâr, nifak, efendim riya, kendini beğenme, su’ma gibi şeyler olmamalıdır. Bunlar hem imanâ hem amellere zarar vermektedir. Yine Cenab-ı Hak başka bir ayet-i kerimede Ayet “İşte bu Allah’ın fazl-ı keremidir ki onu kime dilerse verir. Şüphesiz Allah sözünden caymaz”. Kıymetliler yine İmâm-ı Âzam bakın ne diyor: “Şirk ve küfrün dışında diğer günahlardan herhangi birini işleyen kimse ahirete göçene kadar tövbe etmezse bu kimsenin durumu Allahü Teâlâ’nın iradesine bağlıdır; dilerse ona cehennemde azap eder, dilerse de affederek azap etmez. Bu da Allah’ın bileceği bir iştir” diyor İmâm-ı Âzam. Yine ayet-i kerimelere istinat ederek bakın bunları, iman esaslarını ortaya koyuyor. Ders 30:46 3.10 Şirk ve küfür dışında bakın, şirk nedir, küfür nedir, Müslümanlar bunları bilecekler. Geçmiş derslerimizin tamamında Kuran’ı Kerim’den ve Kur’an-ı Kerim’in tamamından size keşif notları, irşad notları adı altında Kur’an-ı Kerim’in tümünün size özünü verdik ve daha nice keşif notları verdik ve vermeye devam ediyoruz. Derslerimizi, hayat veren nurun keşif notlarını, irşad notlarını, Kur’an, sünnet, icma, ümmet, kıyas-ı fukuha olarak bu gerçek hak delillere dayalı bu derslerimizi dinleyenler en büyük dünyanın okulundan mezun olmuş olurlar. İyi dinlemek, iyi anlamak, kalbe yerleştirmek. Dinleyip geçmeyin. Tekrar tekrar dinleyin ki konu iyice kalbinize yerleşsin. Kıymetli efendiler, şirk ve küfür dışında büyük veya küçük günah işlediği halde buna tövbe etmeden ölen kimse eğer ahirette azap görürse bu durum Allah’ın adaletinin eseridir. Cehennem azabından çıkarılırsa bu da Allah’ın lütfünün eseridir. Buraları iyice anla. Günah sahibinin cehennem azabından af ile veya bir şefaatçinin şefaati ile çıkması, iman sahibinin cehennemde ebedi kalamayacağına, imanın varlığının buna mâni olduğuna delildir. İmanla dünyadan göçen günahkârlar bir vesileyle Cenab-ı Hak dilerse onları ya cehenneme hiç girdirmez veya cehennemde çıkarır. Herhangi bir amelde eğer riya bulunursa, dikkat et, riya. Riyayı insanlar bilmesi lâzım, o riya, amelin sevabını iptal eder. Ucub (kendini beğenmek) da böyledir; amelin sevabını giderir, yok eder. Riya, başkalarına görmesi için, gösteriş olarak yapılan ibadetler, riya karışan ibadetlerdir ki ucub da kendini beğenmektir. Şimdi bunlar birer birer tehlikedir; amellerin sevaplarını yok eder. Yine Yüce Rabbimiz:

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تُبْطِلُواْ صَدَقَاتِكُم بِالْمَنِّ وَالأذَى كَالَّذِي يُنفِقُ مَالَهُ رِئَاء النَّاسِ وَلاَ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ صَفْوَانٍ عَلَيْهِ تُرَابٌ فَأَصَابَهُ وَابِلٌ فَتَرَكَهُ صَلْدًا لاَّ يَقْدِرُونَ عَلَى شَيْءٍ مِّمَّا كَسَبُواْ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ

“Ey iman edenler! Hayır hasenatınızı, sadakalarınızı, malını insanlara gösteriş için harcayan, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan bir kimse gibi başa kakmak ve incitmek suretiyle heder etmeyin. Çünkü onun hali, üzerinde bir toprak bulunup da kendine şiddetli bir yağmur isabet eden, bu suretle o kendisini kaskatı bir taş halinde bırakmış olan kaypak bir kayanın hali gibidir. Onlar dünyada işledikleri hiçbir şeyden sevap kazanmaya muktedir olmazlar. Allah, kâfirler güruhuna hidayet vermez, hidayet etmez”. Bakara Suresi 264. Ayet-i kerimedir bu. Sevgili Peygamberimizden şöyle rivayet olunmuştur: “La yekbelullahu Teâlâ amelen fihi miktabe zeratı mine Riya (Allah muhafaza buyursun)- İçinde zerre kadar riyâ bulunan bir ameli Allahü Teâlâ kabul etmez.” buyurdu Peygamberimiz. Evet sevgili efendiler, bu hadis-i şerifin kaynağı da araştırıldığı zaman bulunur. Çünkü bu hadis ayete dayalı bir hadistir. Çünkü kökeninde ayet bulunduğu zaman o hadis kuvvet kazanır. İmâm-ı Âzam (rahmetullahi aleyh), riya amelin ecrini iptal eder” dediği hâlde, ameli mahveder, dememiştir. Böylece ecrin ve sevabın şanına önem verilmiştir. Amelden beklenen asıl gaye ve asıl istek ecir ve sevaptır. Ecir ve sevap bâtıl olursa amelin de değeri kalmaz. Ey Müslüman, gece-gündüz Allah’a yalvar. Amelinde riya olmasın, ucub olmasın, sum’a gibi şeyler karışmasın. İhlas ile yalnız ve yalnız sırf Allah için ibadet et. Allah’ın görmesini iste; başkaların görüp görmemesi önemli değil. Bilip bilmemesi de önemli değil. Allahü Teâlâ’nın razı olacağı ameli işlemeye gayret et. O zaman amellerinin kat kat fazileti arttırılır. Amellerin ecir ve sevabını gidermede ucub da riya gibidir, denilmiştir. Ucub, Allah’ın mekrinden (azabından) emin olmak, imanın zevalinden korkmamak, amelin boşa gitmeyeceğini sanmaktır. Kişi, hiçbir zaman bunlardan emin olamaz. Ümit kesemediği gibi emin de olamaz. Dikkat et, ucub, tekrar ediyorum kendini beğenmenin yanında bakın Allah’ın mekrinden emin olmak, Allah’ın mekrinden emin olunur mu? Daima biz Allah’tan korkarız. Aczimiz, cehlimiz, gafletimiz var. En doğru yaptıklarımızı bile aciz olarak yapıyoruz. Aczini, cehlini gafletini bilen insan hiç ucub sahibi olabilir mi? Allah’ın mekrinden emin olabilir mi? İmanın zevalinden korkmamak hiç bu mümkün mü? Allah’ın yardımı, lütf-u keremiyle imanımız ebedi olacaktır. Bu, Allah’ın hidayetine, tevfikine, onun lütf-u kerem-i fazlına, onun bize yardımına bağlıdır bunlar. Amellerin boşa gitmeyeceğini sanmak, öyle bir hata edersin ki ameller boşa gider. Onun için Müslüman ucub sahibi de olmayacak, her an Allah’tan korkacak, başarının tümü Allah’a ait olarak bilecek. Allah’tan ebediyyil ebed korkacak ve ümidini de ebedi kesmeyecek. Sevgili efendiler, ibadeti sayesinde kendini beğenmişlik ederek Allah’ın azabından emin olmak küfürdür. Bakın ucub kişiyi neticede küfre götürüyor. Buraya dikkat et. İbadeti sayesinden kendini beğenmişlik ederek Allah’ın azabından emin olmak küfürdür. Hiç kimse Allah’ın azabından emin olamaz, ümit de kesemez.

Mucize ve keramet. Kıymetli efendiler, imanla ilgili esaslarını İmâm-ı Âzam, Fıkh-ı Ekber’ine almıştır. Şimdi mucizeler peygamberler için sabittir; velilere mahsus kerametler de haktır. Şimdi kimisi mucizeyi, kimi kerameti inkâr ediyor. Bunlar, inkâr edilmesi mümkün olmayan gerçeklerdir. İmâm-ı Âzam ne diyor: “Mucizeler peygamberler için sabittir. Velilere mahsus kerametler de haktır”. Peygamberlerden sadır (çıkan) olan ölüleri diriltmek, parmaklardan su akıtmak, ateşin yakmaması gibi olağanüstü hâllere ayetler ve mucizeler denir. Allahü Teâlâ, bu olağanüstü hâllerin, onların meydana gelmesini, kendilerinin peygamberliklerine ve doğruluklarına delil olmasını dilemiştir. Peygamberlerin şahsındaki mucizeler Allah’ın dilemesiyle olur, Allah’ın izniyle olur. Velilerden zuhur eden olağanüstü hallere de “keramet” denir. Bu hâllerin meydana gelişi Allahü Teâlâ’nın veli kuluna bir ikram ve izazıdır (ikram etme). Veli kullarına da Allah ikramda bulunuyor, onları ne yapıyor? Onları onurize ediyor. Onları aziz kılıyor, izzetlerini arttırıyor. Kıymetli efendiler, veli, lügatta yakın olan demektir. Kul ve ibadetin ve taatının çokluğuyla ve ihlasıyla Allah’a yakın olursa Allah Teâlâ da rahmet, fazlı ve ihsanıyla o kuluna yaklaşır. Bak Allah nasıl yaklaşıyor? Rahmetiyle, fazl-ı keremiyle, lütf-u ihsanıyla o kuluna yaklaşıyor. Yüce Allah keyfiyetsiz olarak, zamandan, mekândan münezzeh olarak bir defa dilediğine rahmetini yaklaşırıyor, rahmetiyle yaklaşıyor; dilediğine de azabıyla kuşatıyor. Veli kullarına rahmetiyle, fazl-ı ihsanıyla kuluna yaklaşıyor.

Haberlerde, hadislerde rivayet edildiği üzere İblis, Firavun ve Deccal gibi Allah’ın düşmanlarına ait olup da onların şimdiye kadar vukua gelmiş ve gelecek olan olağanüstü hâl ve hareketlerine ne mucizeler ne de kerametler adını veremeyiz. Bu hâllere ancak hacetlerini yerine getirme diye isimlendiririz yani istidraçtır bunlar. Zira Cenab-ı Hak düşmanlarının hacetlerini sırf istidraç mahiyetinde nimetlerini arttırarak, cezaya çarptırmak için dikkat et buraya, cezaya çarptırmak için yerine getirir de onlar bununla aldanırlar. Firavuna imkânlar verdi ne oldu? Helakını hazırladı. İblise imkânlar verdi, ne oldu? İblis, şerrin önderidir. Cehennemin en dibinde ayrı bir yeri vardır. Oraya doğru bak. İstidraç derekeyle (en aşağı seviye) aşağı gidiyor. Şimdi İblis ve Firavun gibi kötü yolda yükselen insanların yükselişi en aşağılara atmak içindir. Sakın bunları birbirine karıştırmayınız. Onlara o nimetler verilir, onlar onunla aldanır, şımardıkça şımarır, azdıkça azarlar ve onların helakını, kendi kendilerine helaklarını hazırlarlar. Sonuçta hepsi bir bir helak olmuştur ve helak olacaklardır. İsyanlarını artırırlar. Bütün bunlar caiz ve mümkündür. Hayat, imtihan dünyasıdır. İnsanlar ne isterlerse Cenab-ı Hak o yolda insanların isteklerini, özgürlüklerini, hürriyetlerini kısmıyor. Herkesi ayrı ayrı da imtihan ediyor ve günahların, isyanların karşılığında da herkese bir helak sebepleri yaratıyor. Güzel amellerin karşılığında da insanlara dereceler, lütuflar, keremlerde bulunuyor ve dereceler veriyor. Herkesin günahın karşılığında, kazanımların karşısında mutlaka onun kazanımının karşılığı veriliyor. Firavunlar, İblis gibi tağutlar da bunlar kendi helaklerini hazırlıyorlar. Onların mevkileri, makamları ellerindeki büyük imkânları onların aldanması ve helak olması ile neticelenecektir ve neticelenmiştir. Şöyle bir bak, Nemrut dünyanın en güçlü devletini kurmuştu, helak oldu. Şöyle bir bak, Şeddadlar, Firavunlar, nice kavimler maddeten ilerlemişlerdi ama hepsi helak oldu. Onun için mucizeyi, kerameti, istidracı bunları birbirine karıştırmamalıdır. İmâm-ı Âzam (rahmetullahi aleyh) bunları da çok güzel anlamış, dünyaya anlatmaktadır. Mucizeler davalarının ispatı için bir delil olarak peygamberlere verildiğinden, kerametler ise velilere Allah-u Teâlâ’nın bir ikram ve ihsanı olduğundan Allah’ın düşmanlarının elinde zuhur eden olağanüstü hallerden bunlardan farklıdır. Onların ihtiyaçlarının yerine getirilmesi akla uzak değildir. İmâm-ı Âzam bunu beyan ettikten sonra istidracın sonunda cezanın varlığını ve böylece sahiplerinin aldandıklarını küfür ve tuğyanlarının (Allah’a isyan) ziyadeleşmesi ile de cezaya müstehak olduklarını ifade etmişlerdir. Bu hususta Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

Ayet

“O küfredenler kendilerine zaman ve meydan vermemizi kendileri için zinhar hayırlı sanmasınlar. Onlara fırsat verişimiz ancak günahlarını arttırmaları içindir. Onlara hor ve hakir edici bir azap vardır”. İşte insanoğlu neyi kazanmak istiyorsa ona Cenab-ı Hak ne yapıyor? Karşılığını, kazancının karşılığını veriyor. Küfür yolda kazananlara da istidraç veriyor. Küfür de ilerliyor şirkte, zülümde ilerliyor, istidraç veriyor, sonunda helak ediliyor hepsi de.

“Ayetlerimizi yalan sayanları biz bilemeyecekleri noktalardan derece derece, yavaş yavaş helake yaklaştırırız.” Bakın, bu ayet-i kerimede, Araf Suresi 182, Cenab-ı Hak ne diyor:

Ayet

İşte istidraç. Nedir? Derece derece, dereke dereke, yavaş yavaş helake yaklaştırırız, diyor. Nicelerinin mevki, makam helak etmek için veriliyor; mal, mülk helak etmesi için veriliyor. O istidraçları kendinin hakkı, “O, ben iyi insanım bana bunlar verildi” zannediyor, aldanıyor. Allah yolunda olmadıkça, yanlış yollarda, şer yollarda insanların eline geçen bütün imkânlar onların helak sebebidir, kahrolur giderler. İnsanlık âlemi bunları iyi anlamalıdır. Efendiler, Allah Teâlâ’nın isyana devam eden kişiye istediği nimetleri verdiğini gördüğün zaman bil ki bu istidraçtır, yani onu tedricen (basamak basamak) azaba ve helake yaklaştırır. İşte Sevgili Peygamberimiz de bu ayet-i kerimelerle, bu hadis-i şerifle açıklık getirmiştir. Suyûti efendim Feyzül Kadir gibi kıymetli kaynaklarımızda bulunmaktadır.

Allah Teâlâ mahlûkatı yaratmadan önce de yaratıcı idi Cenab-ı Hak. Onlara rızk vermeden önceden de rızk vericiydi. İşte İmâm-ı Âzam’ın Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarını çok güzel anladığını, burada bize Yüce Allah’ın mahlûkatı yaratmadan önce de yaratıcı olduğunu, onlara rızk vermeden önce de rızk verici, rezzak olduğunu bize güzelce anlatıyor. Bu konuda da İmâm-ı Âzam diğerlerine ders veriyor. Bu konuda niceleri yanılmıştır ki dünyaya doğru bilgi vermeye 14 asırdan beri İmâm-ı Âzam’ın ilmi parlamaya devam etmektedir. İmâm-ı Âzam (rahmetullahi aleyh ve aleyhim ecmain) bu cümleyi tekrar ederek te’kid yapmaktadır. Şöyle demektedir: “Allah (celle celaluhu) varlıklar var olmadan evvel de yaratıcı idi. Beslenenler beslenmeden evvel de rızk verici idi. Takdir ettikleri var olmadan önce de kadir idi. Kahredilenlerin varlığından evvel de kahredici idi. Rahmetine erenler olmadan evvel de merhamet sahibi idi. Efendim, ibadet edenler yaratılmadan öncede mabud, istek sahiplerinin dileklerini yerine getirmeden önce de duaları kabul edici idi. Yerin ve göğün yaratılmasından önce de gani (muhtaç olmayan) idi. Memleket ve mülklerin varlığından önce de malik idi. Bütün yaratılanlar fani olduktan sonra ise Yüce Allah bakidir, bakidir”. Evet kıymetliler, yüce rahmetine erenler olmadan evvel de rahmet edici idi. Rahmetine erenler olmadan evvel de merhamet sahibi idi. Onun için Yüce Allah’ı iyi tanımadan, onun isim ve sıfatlarını iyi anlamadan, Kur’an-ı Kerim’in bize verdiği hak bilgileri de iyi kavramadan işte gerçek imanâ kavuşmak Ders 58 11.10 yanlış bilgiyle mümkün değildir. Doğru ilim, doğru bilgi, doğru iman. Fıkh-ı Ekber’in önemi de buradadır. İmâm-ı Âzam’ın iman esasları konusunda dünyaya ders veriyor, ışık tutuyor. Dünyanın imanı makbul iman olması için aslı delilleri doğru anlamış olması gerekiyor. İslâm’ın amentüsüdür Fıkh-ı Ekber. Ey kıymetli dostum, İslâm’ın amentüsüdür Fıkh-ı Ekber. Bunu da iyice anla.

Yüce Allah’ın görülmesi konusunda, Allah Teâlâ ahirette görülecektir. Müminler, cennette Allah Teâlâ’yı (Celle celaluhu) aralarında bir mesafe olmaksızın, bir şeye benzemeyerek, hiç benzeri yok, keyfiyeti bilinmeyerek, nasıl ve niceliğini kimse bilemez Allah’tan başka, başlarının gözleriyle göreceklerdir. Cenab-ı Hak artık kendini göstereceği zaman o kullarına nasıl göz veriyor, baş gözü, nasıl bir göz. Nasıl bir artık o cemâle mazhar olan bir kul haline getiriyor ki ve insanlar Rabbisini görecektir ahirette, diyor. Dünyada da kalp gözüyle Allah dilediği kullarına dilediği lütfunda bulunmuştur. Onu yine Rab bilir; orada da nasıl kuluna görünür onu kendi bilir. Buranın keyfiyeti de Rabbimize aittir. Çünkü âşık ile maşuk arasına girilmez; bunlar sırdır. Dünyada kalp gözü, öbür âlemde baş gözüyle efendim Cenab-ı Hakkı görmek Kur’an-ı Kerim’in zahirînden bunlar anlaşılmaktadır. “Başlarının gözleriyle göreceklerdir ahirette” diyor işte İmâm-ı Âzam. Kıymetli efendiler, cennet ehli cennete girdiği zaman Sevgili Peygamberimiz bak ne diyor (aleyhiselatü ve selam). Kıymetli efendiler, cennet ehli cennete girdiği zaman Sevgili Peygamberimiz bak ne diyor aleyhiselatü ve selam: “Cennet ehli cennette girdiği zaman Cenab-ı Hak “Daha bir şey istiyor musunuz ki vereyim, artırayım” buyuracaktır. Onlar da: “Yüzlerimizi ağartıp (yüzlerimizi ak kıldın) bizi cennete koymadın mı? Bizi ateşten kurtarmadın mı?” cevabını verecekler. Peygamberimiz (aleyhi selatü ve selam) “Derhal diyor, perde kaldırılacak. Artık onlara Rablerine bakmaktan daha sevimli bir şey olmayacaktır. Allah’ın cemâline mazhar olacak” buyurdu ve (Yunus 26):

لِّلَّذِينَ أَحْسَنُواْ الْحُسْنَى وَزِيَادَةٌ وَلاَ يَرْهَقُ وُجُوهَهُمْ قَتَرٌ وَلاَ ذِلَّةٌ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

“İyi iş ve güzel amel yapanlara, ihsan mertebesine erenlere bir de ziyade vardır. Onlar yüzlerine ne bir toz bulaşır ne de bir horluk kaplar. Onlar cennetin yarenidirler (dostları), cennetlik kişilerdir. Kendileri de o cennete ebedi kalıcıdırlar.” mealindeki ayet-i kerimeyi Sevgili Peygamberimiz okudu. Hem ayeti okudu hem de bu hadis-i şerifle izahını, açıklamasını yaptı. Allah Teâlâ keyfiyetsiz ve teşbihsiz görülecektir. Nasıl ve niceliğini kimse bilmez. Hiçbir şeye de benzemez, teşbih de edilmez, görülecektir. Kaygıyla Mücessime ve Müşebbihe fırkalarının görüşlerinde aksi ifade edilmiştir. Mücessime ve Müşebbihe de burada reddolunmuştur, onlar da ehl-i sünnetin dışındaki mezheplerdir. Mesafe, uzaklık demektir. Burada mesafe kelimesi yön ve mekân manalarında kullanılmmıştır. Allah Teâlâ’nın ahirette gözle bizatihi görülmesi haktır, malumdur. Akıl ile değil nass, ayet-i kerimeyle sabittir. Tavsif bakımından da müteşabihattandır, yani bu ayetler müteşabih ayetlerdir. Manâsını ancak Cenab-ı Hak kendi bilir.

هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ

“Sana bu muazzam kitabı indiren O’dur. O’nun bir kısmı anlamları kesin olup kitabın temelini oluşturan ayetlerdir. Diğer bir takımları da anlamları benzeşik olanlardır. Ama kalplerinde bir yamukluk bulunanlar fitne aramak ve keyiflerince yorumlamak için sadece anlamı benzeşiklerin (müteşabih) ardına düşerler. Halbuki, onun tevilini (gerçek yorumunu) ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar da: İnandık, hepsi Rabbimizdendir, derler. Bunları, özü temiz olanlardan başkası düşünemez”. (Âli İmran/7)

Kıymetli efendiler! Usûlü’l-Fıkıh adlı eserde bakın kıymetli âlimimiz ne diyor: “Allah Teâlâ’nın ahirette gözle görülmesi müteşabihe apaçık bir misaldir. Bu, Kur’an-ı Kerim’in nassı ile sabittir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki (Kıyame/22-23):

وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَّاضِرَةٌ

إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ

“Yüzler vardır ki o gün güzeliyle parıldar. O yüzle Rablerine bakarlar”. Parıl parıl parlayan yüzler vardır. Rabbisine bakan gözler vardır. O, kemâl sıfatıyla mevcuttur. Cenab-ı Hakkın görülmesi, kemâl sıfatının mümine ikramıdır. Fakat yön tespiti mümkün değildir. Allah yönlerden, cihetlerden, mekânlardan, zamanlardan münezzehtir. İşte yön ve mekân tespiti mümkün olmadığından tavsifi müteşabihtir. Burada müteşabihi kabul etmek hakiki itikat sahipleri için gereklidir. Müteşabih ayetlerin aslı vardır. Kur’an-ı Kerim’de mevcuttur. Manâsı ise meçhuldür ancak Cenab-ı Hak bilir. Müteşabih, kendisinden murat olunan manânın ümmet tarafından kesin olarak bilinemeyen şeylerdir. Muhkemin (manâsı açık olan) zıttıdır. Müteşabih iki kısımdır. Birincisi, kendisinden lügat bakımından hiçbir şey anlaşılamayan lafızlardır; bazı sürelerin başlarında bulunan harfler gibi -ki mesela “elif lam mim, tâ sîn mîm, hamim, kâf, hâ, yâ, ayîn, sîn, kaf’’ gibi bu harfleri müteşabih ayetirler. Manâsını ancak Cenab-ı Hak bilir. İkincisi de lügat manasını iradeye aklın müsait olmadığı bazı tedbirlerdir; ayet-i kerimede geçen “yedüallah” lafzı gibi. Selef-i salihin bu gibi müteşabihleri tevilden kaçınmışlardır. Burada bahis konusu olan, müteşabih olan husus ikinci kısmı teşkil etmektedir. Hukuk-ı İslâmiye Kamusunda da bunlar hakkında bilgi verilmiştir.

İşte kıymetli ve muhterem efendiler, gerçekleri İmâm-ı Âzam dile getirmeye devam ediyor. İman ikrar ve tasdiktir. İman dil ile ikrar, kalp ile tasdikten ibarettir. İman lugatta tasdik demektir ki bu da haber verenin haberini kalp ile kabul etmektir. Şeriatta iman, lisan ile ikrar, kalp ile tasdik demektir, tasdik etmektir. İkrar ve tasdikde gereken de şudur: Allahü Teâlâ birdir, şeriki yoktur, Zâtî ve fiili sıfatları vardır. Muhammed (aleyhi salatü ve selam) Allah’ın resulü ve nebisidir. Onu kitap ve şeriatla göndermiştir. “Ona indirilen kitaba ve şeriatın tamamına inandım, tasdik eyledim, ikrar eyledim” diye kesin inanmaktır. Tek başına dil ile söylemek iman için kâfi değildir. Eğer tek başına dil ile ifade iman için kâfi gelmiş olsaydı münafıkların da mümin olmaları lâzım gelirdi. Tek başına marifet de yeterli değildir. Allah’ın varlığını bilmek eğer iman için kâfi olsaydı bu takdirde de ehl-i kitabın, Hristiyan ve Yahudilerin de mümin sayılmaları gerekirdi. Allah Teâlâ münafıklar hakkında ne diyor:

“Münafıklar sana geldiği zaman “Şahadet ederiz ki sen muhakkak Allah’ın peygamberisin” dediler. Şimdi, Allah (celle celaluhu) bilir ki sen elbette ve elbette onu peygamberisin. Allah (celle celaluhu) o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduğunu da biliyor”. Peygamberin yüzüne münafıklar “Sen hak peygambersin” diyorlar ama iç dünyalarında tasdik yok, içlerinden inkâr ediyorlar. Allah Teâlâ bunu açığa vuruyor. Kalpte tasdik olmadıkça imanın olmadığını, münafıkların yalan söylediğini söylüyor Cenab-ı Hak. Bakın, ehl-i kitap hakında da:

الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِّنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

Bakara Suresinin 146. ayet-i kerimesinde Allah, Hristiyan ve Yahudiler, ehl-i kitap hakkında bakın ne diyor: “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, o peygamberi yani Hz. Muhammed’i öz oğulları gibi tanırlar”. Nerede? İncil ve Tevrat’ta tanırlar. “Öyleyken içlerinden bir grup kendileri bilip duydukları halde yine mutlaka hakkı gizlerler”. Tasdik etmezler. Bakın biliyor ama tasdik etmiyor, gizliyor tasdik etmiyor, ikrar da etmiyor. Bakın, ehl-i kitap dile hem tasdikten hem ikrardan uzak duruyor. Hz. Muhammed’in (aleyhi salatü ve selamın) ümmeti olmak isteyen bir kişi diliyle:

“La ilâhe illallah, Muhammedun resulullah” der ve bunun manâsını da kalbiyle tasdik ederse işte bu kimse mümindir. Hatta haramları ve farzları bilmese de mümindir. Çünkü böyle iman eder, Müslüman olur, onları da öğrenmeye başlar. Haramları öğrenir, farzları öğrenmeye başlar. Daha sonra bu kimseye “Bir günde sana beş vâkit namaz kılmak farzdır” denildiğinde o, namazın farziyetini kabul ve tasdik ederse iman üzere sabittir. Eğer namazın farziyyetini inkâr ederse, kabul etmezse kâfir olur. Diğer farzlar ile kesin delillerden kitap, sünnet ve icmayla haramlığı sabit olan emirlerin durumu da aynen namaz gibidir. Evet kıymetliler, iman zayıflık, güçlülük kabul eder ama eksilme ve artma kabul etmez. Çünkü İslâm neyse odur. İnanılması lâzım gelen yüce değerler odur. Kur’an-ı Kerim’i azaltıp çoğaltamazsın. Hz. Muhammed’e inzal edilen yüce din neyse odur. Gök ve yer ehlinin imanları, inanılması lâzım gelen şeyler bakımından ziyade ve noksanlık arz etmez, yalnız yâkin ve tasdik efendim bakımından ziyade ve noksanlık arz eder. İnanışın kuvvetli veya zayıf olması bu bakımından fark eder ama fakat inanılması lâzım gelen ne kadar yüce değerler, ilâhi hükümler varsa bu bakımdan ziyadelik ve eksilme kabul etmez. Tekrar ediyorum, gök ve yer ehlinin imanları inanılması lâzım gelen şeyler bakımından ziyade ve noksanlık arz etmez. Yalnız yakin ve tasdik bakımından ziyade ve noksanlık arz eder. Yani inanışın kuvvetli veya zayıf olması bakımından ne yapar? Ziyade veya noksanlık arz eder. Meleklerin imanı ile insanların, cinlerin imanı inanılması lâzım gelenler bakımından dünyada da ahirette de aynıdır. “Allah’a ve ondan gelenlere, Resûlullaha ve ondan gelenlere iman ettim” diyen kimse inanılması lâzım gelen esasların tümüne inanmıştır. Bazısına inanıp, bazısına inanmayan kimse ise mümin değildir. Mesela Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandığını söylediği halde ahirete inanmazsa o kimse kâfirdir. Yalnız peygamberlere inansa da diğerlerine inanmasa yine kâfirdir. İnanılması lâzım gelen şeylerin bazısını inkâr etmekle tümünü inkâr etmek arasında hiçbir fark yoktur. İnanılması lâzım gelen şeyler bir bütündür. İşte kıymetliler, peygamberlerin bile bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmeyenlerin hakkında şanlı Kur’an ne yapıyor? Bir kısmına inanıp bir kısmına inanmayanlar, Allah’la peygamber arasını ayırmaya çalışanlar ve kendilerine göre ayrı bir yol tutanların tam kâfir olduğunu söylüyor. Müminler iman ve tevhidde eşittirler. Amellerde birbirlerinden farklıdırlar. Bakın, müminler iman ve tevhidde eşittirler. Amellerde birbirlerinden farklıdırlar. Çünkü herkesin takvası ve bilgisi aynı değildir. İhlasları da birbirinin aynısı değildir. Onun için müminler iman esaslarına inanma ve Allah Teâlâ’nın birliğine inanma, Cenab-ı Hakkı kemâl sıfatlarıyla bilme ve noksan sıfatlardan tenzih etme hususunda eşittirler. Tabii bu imana sahip olanlar tamamı eşittirler. İnandıklarına delil getirme, istidlal (delil getirme) ve taklit hususunda eşit değildirler. Herkesin bilgisi bir değildir. Delilleri yeteri kadar herkes elde etmiş de olmayabilir. İman ettikleri şeyleri tafsilatlı (açıklamalar) olarak bilmek, anlamak ve araştırmak, dini bilgilere vakıf olmak ve bunun gibi hususlarda müsavi (denk) değildirler. Hiç kimsenin bilgisi birbirini tutmaz. Onun için her ne kadar inanılması lâzım gelen efendim, ne kadar iman esasları varsa onlarda birdirler, eşittirler ama bunlara karşı bilgileri, o delilleri ele geçirmelere bakımından eşit değildirler. Ameller zahirî taat ve iyilikler bakımından insanlar birbirlerine nazaran ileride ve geride olabilirler. Burayı bir daha söyleyeyim. Ameller zahirî taat ve iyilikler bakımından insanlar birbirlerine nazaran ileride ve geride olabilirler. Bu da bize gösterir ki amel imandan bir parça, cüz değildir. Çünkü amel artar ve eksilir. Bazı insanlar beş vâkit namazı kılarlar, bazıları ise inandıkları halde tembelliklerinden kılmazlar. Bazıları Ramazan-ı Şerif orucunun tamamını tutarlar. Bazıları da inandıkları halde tutmayanlar olur.  Namaz kılanların kıldıkları kadarı, oruç tutanların tuttukları kadarı sahihtir. Yarısını kılmadı ve yarısını tutmadı diye yaptıkları boşa gitmez; imanları varsa tabi. Farz ve nafile ibadetleri sen bu duruma göre kıyasla, diğerlerini de buna göre kıyasla. Durum aynıdır. İman hususu amel gibi değildir. Çünkü iman edilecek şeylerin bir kısmına iman edip de bir kısmına inanmamak sağlam iman olmaz, bâtıl olur. Nasıl ki günün bir kısmında oruç tutup da bir kısmında oruç yemek oruç sayılmaz. İnanılması lazım gelen ilahi emirlerin bir kısmına inanan, bir kısmına inanmayanın imanı iman değildir, batıldır. Evet, çok kıymetli ve muhterem efendiler! “İslâm Allahü Teâlâ’nın emirlerine teslim olmak ve boyun eğmek demektir”. “İslâm ne demektir” derseniz İmâm-ı Âzam Hazretleri buyurur ki: “İslâm Allahü Teâlâ’nın emirlerine teslim olmak ve boyun eğmek demektir”. Lügat bakımından iman ile İslâm arasında fark vardır. Fakat imansız İslâm olmaz, İslâmsız da iman olmaz. İman ile İslâm’ın münasebeti iç ile dış gibidir, mesela et ile kemik misali. Evet kıymetliler, Cenab-ı Hak hakkıyla mümin, hakkıyla müslim olan, bütün amelleri de ihlasla yapılmış, salih amel sahibi olan kullar zümresine hepimizi ilhak eylesin!

Ders tamam 1:23

(Visited 390 times, 1 visits today)