178 – Hadis-i Şerif Külliyatı Ders 178
178- Hadis-i Şerif Külliyâtı Ders 178
أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
‘’Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemin Vessalâtü Vesselâmü Alâ Rasûlüna Muhammedin ve Alâ Âlihi ve Sahbihî Ecmaîn.”
‘’Bismillâhi Zîşan azîmu sultan şedîdül burhan kaviyyül erkâm mâşââllahu kân Eûzubillahi min külli şeytâni insün ve can’’
‘’ Rabbi eûzu bike m‘in hemezâtiş şeyâtîn ve eûzu bike Rabbi en-yahdurûn’’
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Çok kıymetli ve muhterem efendiler,
Hadis- şerifler külliyâtından derslerimiz devam ediyor.
Zeyd İbn-i Eslem (Radıyallâhu Anhüm ve Erdahüm Ecmaîn) anlatıyor; Rasûlullah (Aleyhissalâtu Vesselâm) buyurdular ki; ‘’Dinini değiştirenin boynunu vurun’’.
İmâm Mâlik, bu hadisi Muvattâ ’da kaydetmiştir ve hadis hakkında şu açıklamayı sunar: „Bu hadisin mânâsı şudur: „Her kim İslam’dan çıkarak zındıklık ve benzeri bir dine girecek olursa, kendisine galebe çalındığı takdirde oldurulur. Öyle birine tövbe teklif edilmez. Zîrâ gerçekten tövbe edip etmediği bilinemez. Çünkü bunlar (galebeden önce) küfürlerini gizleyip, Müslüman olduklarını ilân ediyorlardı. Ben, böylelerinin küfrü, delille sübut bulduğu takdirde tövbe etmeye çağırılmalarını uygun bulmam, (tövbe etse de kabul edilmemeli).“ Devamla der ki: „Bizim nezdimizde, esas olan sudur: „Bir kimse irtidat ederse tövbeye çağırılır, (kendisine galebe çalınmazdan önce) tövbe ederse (hayatı bağışlanır), aksi takdirde öldürülür.“
İmâm-ı Mâlik devamla der ki: „Rasûlullah (Aleyhissalâtu Vesselâm)’ın: „Dinini terk edeni öldürün“ hadisinin mânâsı: „Kim İslam’dan çıkıp bir başka dine geçerse“ demektir. „İslam’dan başka bir dinden çıkarak bir diğer dine geçerse…“ demek değildir. Sözgelimi Yahûdîliği terk ederek Hristiyanlığa veya Mecûsîliğe gecen kastedilmemiştir. Binâenaleyh Ehl-i zimmeden herhangi biri böyle bir din değiştirmesi yapacak olsa ne tövbeye çağırılır, ne de öldürülür.“
Dinden çıkma hadisesine irtidat veya “ridde” denir. İslam dininden çıkana “mürtet” denir. İrtidat büyük günahlardandır. Kişinin bütün hayır amellerinin sevabını yok eder. Hadis-i açıklayan İmam-ı Mâlik esas itibâriyle zındık oldukları halde Müslüman görünen kimselerin irtidat etmeleri hâlinde yakalanınca tövbesine güvenilmeyeceği kanaatindedir. Bu sebeple Mâlik’e göre onlara tövbe teklif edilmez. Tövbekâr olup İslam’a geldiklerini beyân etseler bile bu tevbe onlardan kabul edilmez.
İmâm-ı Şâfiî tövbelerin kabul olduğuna hükmeder.
Ebû Hanîfe’nin onlar hakkında iki ayrı görüşü olmuştur zındık Kâmus’da âhirete veya rubûbiyet inanmayan veya küfrünü gizleyerek îmân izhar eden kimse diye açıklanır.
Dakika 5:00
İmâm-ı Şâfiî (Rahimehullah) hadisin âam olan ifadesini biraz kayıtlayarak zor karşısında dinini değiştiren kimseyi istisnâ tutar. Bu hükme giderken şu âyeti delil göstermiştir; “Kalbi îmân üzere sâbit ve bununla mutmain ve müsterih olduğu hâlde (Cebrü) ikrâhe uğratılanlar, bunlar müstesnâ olmak üzere kim, îmânından sonra Allah’ı tanımaz, fakat küfre sine-i kabul açarsa işte Allah’ın gazabı o gibilerinin başınadır. Onların hakkı en büyük bir azâbdır.” (Nahl Sûresi’nin 106’ncı) âyet-i kerimesinin anlamını vermiş bulunmaktayız. Hadisin hükmü bütün erkeklere şâmildir bun da ulema icma eder. Kadına da şümûlünde Ahmed İbn-i Hanbel, Şâfiî, İmâm-ı Mâliki ve Cumhur ittifâk ederse de İmâm-ı Âzâm öldürme hükmünü kadına teşmil etmez. Hanefîler kadınların öldürülmesi ile ilgili nehye dayanarak burada be-tahsis erkek zikredilmiştir, kadın hâriçtir demişlerdir. Kezâ asli küfürden tövbe kabul edilmediği gibi ârizi küfürden de kabul edilmez derler. Ancak İbnu Abbâs (Radıyallâhu Anhüm ve Erdahüm Ecmaîn) Hazretlerinin, kadın mürtette öldürülür sözü delil getirilerek Hanefîlerin hükmüne itiraz edilmiş ve ilâveten Hz. Ebû Bekir’in (Radıyallâhu Anh) hilâfeti sırasında irtidat etmiş olan bir kadın, bir kadını henüz pek çok Sahâbe hayatta iken öldürttüğü kimsenin buna itiraz etmediği gösterilmiştir.
Hz. Muâz (Radıyallâhu Anh) Yemene giderken Rasûlullah (Aleyhissalâtu Vesselâm) kendisine bu mevzu ile alâkalı olarak şunu söylemiştir; “İslam’dan herhangi biri vazgeçecek olursa, onu tekrar dâvet et dönerse ne âlâ, dönmezse boynunu vur. Herhangi bir kadın İslam’dan irtidat edecek olursa onu da geri çağır, dönerse ne âlâ dönmezse boynunu vur”. Zürkânî kaydedilen bu Muaz hadis-i sadedinde olduğumuz ihtilâfta nastır hükmüne uyulması gerekir der.
Buhârî ve başka bir kısım kaynaklarda rivâyet edilen bir kıssa da konumuza ışık tutar. İkrime ’nin rivâyetine göre: Hz. Ali’ye bir kısım zındık getirilmişti, o bunları yaktırdı. Haber İbnu Abbâs (Radıyallâhu Anh) Hazretlerine ulaşınca onun yerinde ben olsaydım yaktırmazdım. Çünkü Hz. Peygamber’in (Aleyhissalâtu Vesselâm) yasağı var. Allah’ın azâbı ile azâb vermeyin fakat öldürtürdüm. Zîrâ Efendimiz (Aleyhissalâtu Vesselâm): “Kim dinini değiştirirse öldürün” diye emrediyor. Bu rivâyetin Ahmed İbn-i Hanbel, Ebû Dâvûd ve Nesâî de kaydedilen veçhinde şu ziyâde mevcuttur; İbnu Abbâs (Radıyallâhu Anh) Hazretlerinin bu sözü Hz. Ali’ye ulaşınca İbn-i Abbâs’ın anası ağladı der. Bu söz bazılarına göre İbn-i Abbâs’ın kendisine itiraz etmiş olmasına, Hz. Ali’nin memnun kalmadığını, Hz. Ali’nin hadiste gelen yasaklamayı tahrimi değil tenzihi bir yasaklama anlamış olabileceğine delildir.
Dakika 10:05
Çünkü Hz. Ali (Radıyallâhu Anhüm ve Erdahüm Ecmaîn) yakmanın câiz olduğuna inanıyordu. Hâlid İbn-i Velîd ve diğer bazı ashapta bu görüşte idiler. Onlar bu davranışla küffara karşı şiddetli olmak, gözlerini yıldırmak mübalağaya kaçmak gayretini gayesini güdüyorlardı.
Zürkânî der ki: “Bu rivâyet Hz. Ali’ye nispet edilen şu sözlere de muhalif değildir;
İbn-i Abbâs’ın sözü Ali’ye ulaşınca Hz. Ali İbn-i Abbâs doğru söyledi” dedi. Çünkü bu rivâyette ki tasdik-i nehyin tenzihi bir yasak olmasından ileri gelir.
Fakat İbn-i Abdül Berr der ki: Hadis birçok vecih de Hz. Ali’nin onları öldürttükten sonra yaktırdığını belirtmektedir. Şu hâlde Hz. Ali zındıkları diri diri yaktırmış değildir.
Son olarak Ukaylî’nin bir rivâyetini kaydedelim; Şîâ’dan bir grup Hz. Ali (Radıyallâhu Anh) Hazretlerine gelerek: “Ey Müminlerin emiri sen o’sun dediler. Hz. Ali:
“Anlayamadım ben kimmişim?” diye sordu. Onlar yine:
“Sen o’sun” dediler. Hz. Ali tekrar:
“Size yuh olsun, ben kimmişim?” dedi.
Bu ısrar üzerine ağızlarından baklayı çıkarıp sen rabbimizsin dediler. “Hâşâ!”
Hz. Ali (Radıyallâhu Anh) onlara çıkışıp: “Yazık size hemen bu düşünceyi terk edip tevbe edin dedi. Ancak onlar tövbeye gelmekten imtina ettiler yani tövbe etmediler. O da başlarını vurdurdu. Sonra da ey Kamber! Bana odun yığını hazırla diye emretti. Yerde onlar için hendekler kazdırdı ve cesetlerini oralarda yaktırdı.
Bu Hz. Ali’nin yüzüne sen (Ente rabbükümül a’lâ) diyen Şiâ’nın bir müelliye grubudur. Hz. Ali şahsına bunu yapmalarından dolayı onları idam etti ve yaktırdı diyor bu haber’de.
İbn-i Abbâs (Radıyallâhu Anh) anlatıyor; „Abdullah İbnu Sâ’d İbn-i Ebî s-Sarh Hz. Peygamber (Aleyhissalâtu Vesselâm)’a kâtiplik yapıyordu. Şeytan ayağını kaydırdı; adam irtidat ederek kâfirlere sığındı. Rasûlullah (Aleyhissalâtu Vesselâm) Fetih günü, onun öldürülmesini emretti. Ancak, Hz. Osman (Radıyallâhu Anhü) onu himâyesi altına aldı. Rasûlullah da bu himâyeyi tanıdı.“ Bunu Ebû Dâvûd, Nesâî haber vermektedir.
Hz. Enes (Radıyallâhu Anh) anlatıyor; „Ukl ve Ureyne kabilelerinden bir grup insan Rasûlullah (Aleyhissalâtu Vesselâm)’ın yanına gelip:
Ey Allah’ın Rasûlü! Biz hayvancılıkla uğraşıp sütle beslenen (çöl) insanlarıyız, (çift-çubukla uğrasan) köylüler değiliz“ dediler. Bu sözleriyle, Medine’nin havasının kendilerine iyi gelmediğini ifâde ettiler. Rasûlullah (Aleyhissalâtu Vesselâm), onlara (hazineye ait) develerin ve çobanın (bulunduğu yeri) tavsiye etti. Kendilerine oraya gitmelerini, develerin sütlerinden ve bevillerinden içmelerini söyledi. Gittiler, Harra bölgesine varınca, İslam’dan irtidat ettiler. Hz. Rasûlullah (Aleyhissalâtu Vesselâm)’ın çobanını da oldurup develeri sürdüler. Haber, Hz. Rasûlullah (Aleyhissalâtu Vesselâm)’a ulaştı.
Rasûlullah, derhâl arkadaşlarından takipçi çıkardı (yakalanıp getirildiler). Gözlerinin oyulmasını, ellerinin kesilmesini ve Harra’nın bir kenarına atılmalarını ve o sekilde ölüme terkedilmelerini emretti. „Bu da kısasa kısastır ayrıca Buhârî, Müslim ve Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nesâî, İbn-i Mâce haber veriyor.
Dakika 15:30
Kübâ civarındaki zül-haber denilen yerdeki otlağa gönderir Peygamber Efendimiz bunları. Bu tavsiyelere uyup iyileşen bedeviler irtidat ederler. Çobanlardan birinin gözlerini oyup el ve ayaklarını kesip sonra öldürürler. Hazine develerini de kaçırmaya kalkarlar. Ancak kaçıp kurtulabilen bir çobanın haber vermesiyle duruma muttali olan Hz. Peygamber (Aleyhissalâtu Vesselâm) peşlerinden Kürüz İbn-i Câbir el-Cibrî komutasında 20 kadar Ensârî genci, bir de iz takipçisi Kâif ile birlikte peşlerinden gönderir. Bunlar hâinleri kıskıvrak yakalayıp Medine’ye getirirler. İşte bunlar hem mürtet hem terörist. Evet, bu şekilde cezâları verilir. Bu hadise üzerine şu mealdeki âyetin inzâl edildiği belirtilir. ‘’Allah’a ve Rasûlüne mü’minlere harp açanların yeryüzünde yol kesmek sûretiyle fesatçılığa koşanların cezâsı ancak öldürülmeleri ya asılmaları yahut sağ elleriyle sol ayaklarının çaprazvâri kesilmesi yahut ’ta bulundukları yerden sürülmelidir. Bu onların dünyadaki rüsvalığıdır, âhirette ise onlara başkaca pek büyük azâbda vardır’’. Mâide Sûresi’nin 33’üncü âyet-i kerimesinin meâlini vermiş bulunmaktayız. Rasûlullah (Aleyhissalâtu Vesselâm) kısas olarak tatbik etmiştir bu cezâları. Çünkü mürtetler Müslüman çobana aynı şeyleri yapmışlardır çobanı öldürmüşler ve gözlerini çıkartmışlar ellerini ayaklarını kesmişlerdi. Peygamberimiz de kısas olarak onlara cezâlarını verdi.
Ebû Hanife İmâm-ı Âzâm Hazretleri, Ebû Yusuf, Şâfiî, Ebû Sevr ve diğer birçok ulemâya göre bütün beviller pistir ancak atfedilen az miktar bu hükme dâhil değildir. Bunlara göre Ureynelilere zarûrete binaen ruhsat verilmiştir. Zarûret olmadan deve idrarının temiz olduğuna dâir hadiste bir hüküm mevcut değildir. Birçok haramlar zarûret sebebiyle mubah kılınmıştır. Ancak bunlar zarûret olmadığı takdirde yine haramdır. Sözgelimi harp hâlinde veya şiddetli kaşınma gibi durumlarda ortaya çıkan zarûrete binaen ipekli elbise helâl olur, bu gibi mazeretleri olmayana ipekli elbise haramdır. Haramla tedavi alelıtlak câiz değilse de haram da %100 şifa olduğu bilinirse câiz olur. Devlet reisi kendisine gelen yabancıların her meselesi ile meşgul olur. Tedavisi ile bile, ilaç kullanmak vücuda faydası olan mutat ilacı almak meşrudur. Kısasta misilleme meşrudur, mürtedde tövbe etmeye çağrılmadan derhâl öldürülür. Bunun vacip mi, müstehap mı olduğu hususlarında ihtilâf edilmiştir. Bazı Âlimler mürtet muharebe ederse katli vacip olur. Tövbe etmesini beklemekte bir mânâ kalmaz demiş ve sadedinde olduğumuz hadis-i şerifi bu iddiaya delil göstermişlerdir.
Dakika 20:14
Evet, sevgili ve muhterem izleyenler!
Ebû’z- Zinâd merhum anlatıyor; “Rasûlullah (Aleyhissalâtu Vesselâm) develerini çalanların (el ve ayaklarını) kestiği gözlerini de ateşle oyduğu zaman, Allah Zülcelâl Hazretleri, Hz. Peygamber’e hitap etti ve mesele üzerine şu âyeti inzâl buyruldu: “Allah ve Rasûlüne harp açanların cezâsı…” (Mâide 33) biraz önce açıkladığımız âyeti kerime geldi. Ebû Dâvûd, Nesâî haber veriyor bunu da.
Mürtetler: İster Müslüman ana babadan büyümüş, isterse önceden kâfir iken sonradan Müslüman olmuş bulunan bir kimse İslam dinini terk edecek olsa buna mürtet denir. Dinden çıkma ferdi olabileceği gibi cemaatler şeklinde de olabilir. Her iki hâlde de devletin bunlarla mücadele etmesi gerekir. Hz. Peygamber (Aleyhissalâtu Vesselâm), dinden çıkanların öldürülmesini emretmiştir. Âlimler umumiyetle dinden çıkış sebeplerinin araştırılarak ikna yollarına başvurmayı düşünerek geri dönmelerine, yaptıklarından pişman olup tevbe etmeye davet etmelerini bu maksatla bir müddet hapsedilmelerini vesâire tavsiye ederler. Her şeye rağmen direnirlerse o zaman cezâları tam olarak verilir. Dinden çıkanın cizye vermesi kabul edilmez, sulh ve anlaşmaya yanaşılmaz. Onların kestikleri de yenilmez, Müslüman kadın onlarla nikâhlanamaz. Köleyse münasebeti cinsiye yapılmaz. Köle olarak satılamaz, zîrâ ölüm veya tövbe eden birini tercihe mecburdur. Mürtet öldürülünce yıkanmaz, kefenlenmez, namazı kılınmaz. Cenazesi Müslüman mezarlığına da konmaz, müşrik mezarlığına da, bir çukura atılır. Malına, Müslüman kâfir kimse vâris olamaz, hazineye kalır. Günümüzde müşâhedesi mümkün olan bazı durumlara açıklık getireceği için şu pasajı Istılâhât-ı Fıkhiyye’den bazı Arapça tâbirleri hafifleterek aynen kaydetmeyi uygun görüyoruz.
Ana ve babası Müslüman olan bir çocuk, onlara tâbî olarak Müslüman sayıldığı hâlde kendisinden İslam’a dâir bir ikrâr işitilmeksizin kâfir olarak baliğ olacak olsa irtidat etmiş sayılmayacağından katledilmez. Çünkü irtidat tasdikten sonra vuku bulan bir tekzip demektir. Hadise de ise kable’l büluğ bir tasdik bulunmamıştır. Zîrâ tasdikin delili bulunan ikrâr mevcut değildir. Şu kadar var ki bu çocuk kable’l büluğ ebeveynine tebâiyet ile Müslüm hükmünde bulunmuş olduğu cihetle, büluğdan sonra görülen küfründen dolayı hapsedilir. Envâli hakkında da mürtet olanların kazançları hakkındaki hüküm cârî olur. Çünkü kendisi hakîkaten mürtet sayılmasa da hükmen mürtet bulunmuştur. İrtidattan rücû edip tekrar Müslüman olan bir şahıs bu irtidatından dolayı artık ta’zîr ve tekfir edilmez. Çünkü böyle hareket dine rücûunu mâni bu hususta lâzım gelen terğîb ve teşvike münâfi olabilir.
Dakika 25:04
Evet, sevgili dostlarımız!
Bâğîlere, siyâsî suçlular hakkında fâkihler siyâsî suçlulara bâğî cem-i buğat der ve bunları şöyle tarif eder; Bâğî câiz olan bir teville haksız yere imama, devlete, devletin başkanına karşı gelen destek ve kudret sahibi kimselerdir. Bu tarife göre meşru olan bir Veliyyü’l Emre (yani devlete ve devletin başına veya naibine karşı) bir teville yani kendince doğru görülen bir tevile bir sebebe dayanarak isyân eden ve itaat dairesinden çıkan bununla berâber Müslümanların katlini, Müslümanların mallarının gaspını, zürriyetlerinin esir edilmesini helâl görmeyen meneâ destek, kudret sahibi bir Müslümana da bâğî denir. Kendisine isyân edilmiş Veliyyü’l Emir’den murâd Müslümanların bir emniyet ve selâmet dairesinde yaşamalarını te’mine muvaffak olan Müslüman bir kimsedir yani Müslüman bir devletin başıdır. Bunun hâkimiyet makamına cemaatin intibahları veya kendisinin kuvvet ve nüfuzuyla zorla gelmiş olması arasında fark yoktur. Halkın toplanıp idâresi altında emniyetle yaşadıkları böyle bir Veliyyü’l Emre karşı zulüm ve hıyanetten dolayı değil, belki onun makamına ondan ehab oldukları ifadesiyle isyâna kalkan bir grup buvattan âsî, âsîllerden sayılır. İmama zulmünden dolayı isyân edilmişse bunlara bâğî denmez. İmamın zulmünden vazgeçmesi onlara adâletli olması gerekir. Zulme karşı isyân edilmişse halk, ne isyâncıların aleyhine imama yardım etmelidir, zîrâ bu zulme yardımcı olmak demektir, nede isyâncılara yardım etmelidir. Şâyet isyânları kendilerine yapılan zulüm sebebiyle değil de hak ve makam iddiası sebebiyle vâki olduysa bunlar buvattır, âsîdirler. Kıtale gücü yeten herkes isyâncıların bertaraf edilmesi için imama (yani devlete ve devletin başına) yardım etmesi gerekir. Onlar Hz. Peygamber’in (Aleyhissalâtu Vesselâm) şu sözü mûcebince melundurlar “Fitne uyumaktadır, Yüce Allah ona uyandırana lânet etsin’’ Peygamberimizden gelen haber bu. Yani bu bir fitnedir Müslüman bir devletin başına isyâna kalkışmak darbe yapmaya kalkmak, bu bir tam bir fitnedir, hele de arkasında düşman varsa, iç düşman dış düşman bunları destekliyorsa bunlar tam bâğîdirler, âsîdirler. Bâğîlik suçunun tam olarak teşekkül edebilmesi için 4 şartı aranır. Suç ve cürümü işlemekten maksat devletin rejimini veya infaz heyetini azletmek veya itaatten, vergi vermekten kaçmak olmalıdır. İsyâncılar müteevvil olmalıdır, yani isyâna bir sebep göstermek ve bunda haklı olduklarına bir delil göstermelidirler. Şevket ve sahibi olmalıdır. Fiilen isyân ve harbe tevessül etmelidir.
Dakika 30:01
Kur’an-ı Kerim’deki şu âyet tasvirini yaptığımız bâğî fitnesi ile alakalı görülmüştür; ‘’Eğer mü’minlerden iki zümre birbirleriyle dövüşürlerse aralarını bulup barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz ediyorsa, siz o tecavüz edenle Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın’’. Hucûrat Sûresi âyet 9.
Fitne, isyân; yeri gelmişken belirtelim ki bazı âlimler bâğîlerin isyân hareketi ile fitneyi tefrik ederek, fitne ismini sadece dünya saltanatı elde etmek için yapılan kıtale ıtlak etmişlerdir. Onlara göre isyân belli ise buna fitne denmez. Âsîye karşı mukâtele yapılır ve o itaate rücû edilinceye kadar peşi bırakılmaz. Bu söylenen Cumhur’un görüşüdür.
İbn-i Hacer bir başka vesileyle fitnenin tarifini müstâkilen ele alarak fıkhî diyebileceğimiz daha husûsî bir tarif sunar. Fitneden murâd dünyevî iktidar mülk talebinde ihtilâftan doğan şeydir. Öyle ki bu ihtilâfta kim haklı kim haksız bilinmez. Bâğîlere karşı takip edilecek siyaset bâğîler isyân hazırlıkları içerisinde iken fitnelerin önlenmesi gayesi ile hapsedilebilirlerse de fiilen kâtil ve kıtale tevessül etmedikleri müddetçe kendilerine taarruz edilmez. Ama bunlar öldürme hareketleri yapmışlarsa bunlarda öldürülür. Bunların fiil eylem hazırlığı yapmaları veya fiile geçmiş bulunmaları karşısında, mukâbil harekete geçmeden önce Veliyyü’l Emir evvela adâlet ve itaat dâiresine İslam Cemiyeti’nin reyine dönmelerini isyândan vazgeçmelerini söyler. Kabul ederlerse zaten fesat önlenmiş olur. Etmezlerse fesatlarını önlemek veya ortadan kaldırmak için mücadeleye girişilir. Bâğîlerle yapılan mücadele ve mukâtele bir cihâddır. Bazı meselelerde cihâd ahkâm-ı uygulanır. Mesela bâğîler tarafından öldürülenlere şehit muamelesi yapılır. Ancak bu cihâd müşriklerle yapılan cihâddan bazı noktalarda ayrılır. Kaçıp sığınacak bir dayanaktan meneâ mahrum olan esirler öldürülmez. Kezâ sığınıp kuvvet vereceği veya kuvvet alacağı bir destekçisi meneâ olmayan firâriler takip edilmez. Kaçmaları ile fitneleri bitmiş demektir. Esâsen bunlar Müslüman olmaları sebebiyle onlarla savaştan asıl maksat zaten budur, fitnelerini ortadan kaldırmaktır. Bugünkü dünya şartlarında tabii ki gittikleri yerlerde de bunlar fitneye devam ettikleri için takip edilirler. Harbe katılmadıkça kadınlar, çocuklar, yaşlılar öldürülmez, bunlar köle de yapılmaz pişman ve tövbekâr olanlar öldürülmez. Harp sırasında alınan malları ganimet olmaz. Savaş bitince iâde edilir, ancak silah ve binek hayvanlarından savaş esnaâsında istifâde edilebilir. Tabii bu o günkü şartlara göre hayvan ve binek meselesi, bugünün şartları harp ile harpte savaş silahları farklıdır.
Dakika 35:10
Harp sırasında isyâncılar tarafından telef edilmiş bulunan şeylerin gerek mal ve gerekse insan hesabı sorulmaz. Harp hâli dışında telef edilenin hesabı telef edenden sorulur. Ancak bu çeşit cürümler siyâsî değil adi cürümler olarak değerlendirilir. Bâğîlere söz hürriyeti devletin müdahalesini gerektiren durumun gerçekleşmesi için bâğîlerin fiilen isyân hâline geçmesi şarttır. Yani darbe yapmaya geçmişler adam öldürmüşler bunlar tam baği ve darbecidir, bunların hakkından gelmek gerekir. Bu safhadan önce müdahale edilmez, bu hususu Abdülkadir Udeh şöyle ifade eder; Bâğîler inandıkları şeye meşru olan sulh yolu ile dâvet, duyurma, propaganda etme hakkına sahiptirler. Yani onlar şer’i naslar hududunda kalmak şartıyla istediklerini söylemekte hürdürler. Hakkı temsil edenlere Ehl-i adâlete de bunların fikirlerini reddetme, bu fikirlerin çürüklüğünü onlara beyân etmek terettüp eder. Darbeciler bu fırsatı sana vermezler onun için darbeye karşı devlet gerekeni yapmak gerekir ve yapılmıştır. Bu iki gruptan biri sözlerinde veya çağrısında şer’i naslardan dışarıya çıkarak, onlara tecâvüz vaziyetine geçecek olursa cürüm işlemiş olur ve cezâlandırılır. Ancak bu cürüm, bâğî cürmü değil âdî bir cürüm itibar edilir.
Nitekim Hz. Ali hutbe sırasında kendisine itiraz eden Hâricîlere: “Sizi mescidimizden men etmeyiz, ganimet malından mahrum etmeyiz, siz bize saldırmadıkça biz size harp açmayız” demiş, bunları cami ve cemaatten men etmemiştir. Ayrıca Hâricîler fiili eyleme geçmedikçe onların üzerine yürümemiştir de, şöyle ki Hâricîler Nehrevan’da Hz. Ali’den ayrılıp müstakil bir hizip teşkil ettikleri vakit Hz. Ali onlara: “Karşı siz bize saldırmadıkça biz size harp açmayız” kâidesince savaşa tevessül etmemiş, bilâkis başlarına bir âmir tâyin etmiştir. Hâricîler bir müddet amire itaat etmişlerse de bilâhare onu öldürmüşlerdir. Hz. Ali hadiseyi yine siyâsî bir suç olarak değil, âdî bir kâtil vakası olarak değerlendirmek istemiş ve bu maksatla kâtilin teslimini istemiştir. Onlar buna yanaşmayınca üzerlerine yürümüştür. Meneâ yani destek ve kudret sahibi olmaması sebebiyle siyâsî cürüm sayılmamakla berâber umûmiyetle sapık addedilecek bir fikrin bâtıl olduğu ispat edilinceye kadar neşir serbestisine güzel bir misal olarak burada kaydı gereken bir vâkıâ kendi tarihimizle Osmanlarla alâkalıdır. Kânûnî devrinde 1527 yılında İstanbul’da Molla Kâbız Efendi adında bir âlim alenî olarak Hz. Îsâ’nın Hz. Muhammed (Aleyhissalâtu Vesselâm)’den üstün olduğunu İncîl’inde Kur’an’ın fevkinde bulunduğunu iddia eder. Payitahtta büyük bir gürültü vesilesi olan iddiaya padişah alâka gösterir. Kâbız Efendi divanda perde gerisinde padişah olduğu hâlde muhakeme edilir. İlk celsede görüşlerini âyet ve hadislerde vaaz eden Kâbız Efendiyi orada bulunan Kazaskerler ilmen izâh edemeyince tehevvüre kapılarak öldürülmesini emrederler.
Dakika 40:15
Fakat Vezir-i Âzâm İbrahim Paşa Kazaskerlerin ilmi yetersizliğini anlayarak meclisi tatil eder ve Kâbız Efendi’yi serbest bırakır. Kendi ifadesiyle Kazaskerlerimizin şer ile def’e kudretleri olmayıp hışmı gazap ile cevap verirler. ‘’Nice idelun def’i meclis iddük’’. Müteakip bir celseye İstanbul Müftüsü Kemal Paşazâde çağırılır. Müftünün açıklamaları karşısında ilzâm edilen Kâbız Efendiden fikirlerinden rücû etmesi istenir (yani tövbe istiğfar etmesi istenir). Israr edince de idam edilir. Evet, işte her zaman Kemal Paşazâde gibi İslam âlimlerine ihtiyaç vardır.
Yol kesenler hakkında ‘’Kuttâ-i Tarîk’’ bundan sonraki dersimiz İnşâ’Allah onunla devam edecektir.
Dakika 41:45