4- Ders 4 Fıkhı Ekber hayat veren hayatveren
FIKH-I EKBER DERS 4
Eûzübillâhimineşşeytânirracîm Bismillâhirrahmânirrahîm. Sübhanallahi velhamdü lillahi ve la ilahe illallahü vallahü ekber. Vela havle vela kuvvete illa billahi’l-aliyyi’l-azim bi adedi halkıhi ve milel mizan ve müntehel ayn ve mebleğa’r-rızâ ve zinete’l-arş. Allahümme salli ve sellim ve barik ala Muhammedin ve ala âli Muhammed bi adedi ilmike estağfirullâh bi adedi zünübinâ hatta tufer Allâhu Ekber hatta tufer.
1:09 Çok kıymetli ve muhterem izleyenler, kıymetli efendiler, dünyayı ilmiyle aydınlatan o büyük şahsiyetlere rahmet okumaya devam edeceğiz. İşte bunlardan biri, önde gelenlerden İmâm-ı Âzam’ın şahsında (rahmetüllahi aleyh ve aleyhim ecmaîn) âlimlerimizi anmaya, İmâm-ı Âzam’ı da yakinen tanımaya gayret edeceğiz İnşallah-u Teâlâ. İmamın Allah korkusu ve nefis murakabesi (denetlemek, gözetlemek, korumak ve kendi iç âlemine bakmak) hakkında yüksek şahsiyetlerin verdiği haberlere şöyle bir kulak verelim. Esed bin Amr el-Becelî el-Kûfî, bu zat-ı muhterem, bu da büyük bir fakihtir, büyük bir cihan âlimlerinden birisidir. Halife Reşit devrinde Vâsıt ve Bağdat’ta kadılık yapmıştır. Yani Harun Reşit zamanında Bağdat’ta kadılık yapanlardan birisidir. Bunu Taşköprülüzade de kaleme almış, durumu bildirmektedir. Bu zat-ı muhterem (rahmetüllahi aleyhim ecmaîn) İmâm-ı Âzam hakkında bakın ne diyor: “İmamın geceleri ağlayışını komşuları işitir de ona acırlardı. İmam gizli, Allah’ın huzurunda geceleri ağlardı”. Fakat öyle bir hal almış oluyor ki komşuları dahi işitmiş olabiliyor ve acırlardı, diyor. Şimdi bu da onun ne kadar Allah sevgisi, Allah’a tamamen vecd (muhabbet, kendinden geçecek, unutacak kadar ilahî bir muhabbet hali) ile bağlı ve Yüce Allah’ın cemâlini özlüyor ve Allah korkusunu onun takvasıyla yaşıyor. İmam Vekî de “İmamın kalbinde Allah’ın kibriya ve azameti o kadar yer etmişti ki etrafı kılıçlarla sarılı olsa bile Hakkı söyler, Hakk’ı icrar (yerine getirirdi) eder, Allah’ın rızasını her şeye tercih ederdi. O büyük emanet sahibiydi” demiştir. İşte kıymetliler, bakın büyükler İmâm-ı Âzam’ı böyle anlatıyorlar.
(Dakika 5:00)
Kibriya, Allah’ın kibriya ve azameti, diyor. Dikkat et. Dünya korkusu yer, gök korkusu, cennet-cehennem değil, yerlerin patlaması, volkanların patlaması değil. “Allah’ın (celle celaluhu) kibriya ve azameti o kadar” diyor “İmamın kalbinde yer etmişti ki etrafı kılıçlarla sarılı olsa bile Hakkı söylerdi” diyor. İşte hak âlim, Hakkı ifade eden bir âlim İmâm-ı Âzam. Yahyâ bin el-Kattân da şöyle derdi: “İmamın yüzüne baktığımda onun ne biçim bir takva üzere olduğunu görürdüm. Bir gece namazda Kamer Suresinin 46. ayetini okudu (Kamer 46. ayet: Bismillahirrahmanirrahim. Bilakis kıyamet onlara vaad edilen asıl saattir. Saat cidden çok feci ve acıdır). Hem tazarru (boyun eğmek, korkmak) etti hem ağladı. Bir başka gece de namazda Tekasur Suresine gelmişti. Sabaha kadar bu sureyi tekrar etmişti”. Yezid bin el-Leysî anlatıyor, bin el-Leysî diyor ki “Bu ümmetin hayırlılarındandır” diyor. “Bir gün mescitte yatsı namazını kılarken mescidin imamı Zilzal Suresini okuyordu. Ebû Hanîfe de namaz kıldıran kişinin arkasındaydı. Namaz bittiğinde Ebû Hanîfe’ye baktım. Oturmuş tefekkür halindeydi. Ebû Hanîfe’yi ayakta eliyle sakalını tutmuş şöyle dua ederken gördüm: “Ey zerre kadar hayra mükafat, şerre de ceza terettüp (sıralanma) ettiren Allah (celle celaluhu). Numan kulunu cehennem azabından ve ona yaklaştıran şeylerden koru. Numan kulunu geniş rahmetine ithal eyle”. Kandil hâlâ yanmaktaydı. Beni gördü. Ayaktaydı. Dedi ki “Kandili mi alacaksın?”. Ben “Hayır, sabah namazı için ezan okudum” dedim”. Evet kıymetliler, yine diyor ki “Onu meşgul etmemek için kalktım. Kandili söndürmeden çıktım. Kandilin içinde yağı az kalmıştı. Sabah namazı için mescide geldiğimde Ebû Hanîfe’yi ayakta, eliyle sakalını tutmuş, böyle yalvarırken gördüm” diyor. İşte caminin görevlisi anlatıyor bunu da. Kıymetliler “Gördüğünü gizle”. Bakın, caminin görevlisine tembih etti İmâm-ı Âzam. “Benim bu halimi kimseye söyleme. Gizle.” dedi. Sabah namazın sünnetini kıldı. Oturdu. Daha sonra da bizimle beraber sabah namazının farzını, yatsı namazı için aldığı abdestiyle kıldı. Ebû’l Ahvas diyor ki “Eğer Ebû Hanife’ye “Üç güne kadar öleceksin” denilmiş olsaydı onun ibadet hayatında hiçbir değişiklik olmazdı. Çünkü her anını değerlendiren, Allah’ın huzurunda, emrinde geçiren bir zattı” diyor.
(Dakika 10:08)
Ebû’l Ahvas kim biliyor musunuz? Evet, bu da yüksek bir hadis âlimlerinden ve Hanefi mezhebinin büyüklerindendir. Dikkat edin. Hanefi mezhebinin içi hadis âlimleriyle kaynıyor. Bunlar İmâm-ı Âzam’ın okulunda yetişmiş, ekolunda yetişmiş zat-ı muhteremlerdir.
Çok kıymetli efendiler, İsa bin Yûnus’un yanında Ebû Hanîfe’den bahsedilmişti. Ona dua ederek şöyle dedi: “Onun içtihadı kuvvetliydi. En kuvvetli içtihadı da Allah’a karşı asi gelmemek için haramlara karşı olan tutum ve davranışıydı”. “Eğer halk için bazı meselelerde zorluklar görmeseydim asla fetvada bulunmazdım. Bulunduğum fetva mesleğimin beni cehenneme ithal etmesinden korkuyorum, derdi. Allah-u Teâlâ’nın bana fıkıh ilmini ihsan ettiğinden beri isyana cesaret etmedim” derdi. “Allah’tan cennet talep etmeyi bir cesaret sayardı. Dükkanını kapamak üzere olan gencin cennet talep eder mahiyette duasını işitince yanakları ıslanıncaya kadar ağlamış, çocuktan dükkanını kapanmasını istemiş, başını önüne eğerek süratle oradan ayrılırken şöyle demişti: “Bizim gibi insanlar Allah’ın affını dilemelidirler”.
Kıymetli efendiler, bir gün sabah namazında İmam, İbrahim Suresinin 42. ayetini okumuştu.
وَلاَ تَحْسَبَنَّ اللّهَ غَافِلاً عَمَّا يَعْمَلُ الظَّالِمُونَ إِنَّمَا يُؤَخِّرُهُمْ لِيَوْمٍ تَشْخَصُ فِيهِ الأَبْصَارُ
Ebû Hanîfe bu esnada yanındakilerin fark edeceği bir şekilde titremişti. İmâm-ı Âzam, Kur’an-ı Kerim karşısında titriyor ve ağlıyordu. “Zalimlerin yaptığından gafil sanma”. Ayet-i kerimenin anlamı bu. “Zalimlerin yaptığından gafil sanma. Gözlerin fırlayacağa güne erteliyorum” diyor. Bakın, bir takdir var, erteleme var. Hiçbir olay terk edilmiş değil. Hep vakitlere bağlanmış, takdire bağlanmıştır. Ebû Hanîfe (rahmetüllahi aleyh ve aleyhim ecmaîn) bir meseleyi halletmekte güçlük çekerse ashabına “Sanıyorum işlediğim bir günahtan dolayı başıma böyle bir hal geldi” derdi. Hemen sonra da kalkar iki rekât namaz kılar, istiğfar eder, namazdan sonra da Allah’ın inayetiyle o meseleyi kolaylıkla hallederdi. Ebû Hanîfe’nin böyle yaptığı Fudail bin İyâz’a anlatıldığında şiddetli bir şekilde ağladıktan sonra şöyle demişti: “Ebû Hanîfe böyle yaptığı halde başkaları bundan ibret alıp hâlâ uyanmazlar. Halbuki bu gafil kimselerin günahları kendilerini kaplamıştır”.
(Dakika 15:00)
Ebû Hanîfe bir gün farkında olamadan bir çocuğun ayağını hafif incitmişti. Çocuk “Ya şeyh! Kıyamet gününde kısas olmaktan korkmaz mısın?” demişti, bakın. İmamda bir dalgınlık oldu. Kendine geldiğinde ona “Seni o kadar düşündüren nedir?” diye sorulduğunda “Çocuğun sözü beni düşündürdü. Korkarım ki bu çocuğa söylediği sözü bizi ikaz için Allah söyletti” dedi. Ebû Hanîfe bir gün mescitte İbnü’l–Mu’temir ile bir şeyler konuşup ağladıkları görülmüştü. Mescitten çıktıktan sonra İbnü’l–Mu’temir’e “O gün ne konuşuyordunuz ki ağladınız?” denildiğinde “Zamanımızdaki batıl ehlinin hayır ehli üzerine galebesinden bahsediyor, onun için ağlıyorduk” demişti. Görüyorsunuz eğer batıl, hak ehline karşı galip geliyorsa bu hak ehlinin daha iyi çalışmadığını gösterir. Hak ehli daha iyi çalışmalıdır. İşte Ebû Hanîfe ta o gün bunun için ağlamıştı yanındaki bu zat-ı muhteremle. Ebû Hanîfe gece namazı kıldığında gözlerinden akan yaşların yağmur damlaları gibi hasıra damladığı duyulurdu. Onda bu ağlamanın eseri gözlerinde ve yanaklarında görülürdü. Dilini kötü şeylerden şiddetle korurdu İmâm-ı Âzam. Ebû Hanîfe’yle münazara edenlerden bazıları ona “Ey bid’atçı! Ey zındık!” dediklerinde İmam “Allah sizi affetsin. Senin kullandığın sözlerin sahibi olmadığımı Allah bilir. Ben Rabbimi bildiğimden beri ona kimseyi eş tutmadım. Onun ikabından (şiddetli azap) korkar, affını ümit ederim” derdi. Başı önüne düşürerek kendinden geçti. Aklı başına geldiğinde İmama bu sözleri söyleyen kimse “Bana hakkını helal et” diyerek özür dilerdi. O zaman Ebû Hanîfe şöyle dedi: “Cahillerin cehaletten dolayı hakkımda söylediklerini helal ederim fakat ilim ehlinin hakkımda bende olmayan şeyleri söylemeleri başkadır. Bu gıybettir. Âlimlerin gıybeti kendilerinden sonra mutlak bir eser bırakır”. Fadl bin Dükeyn diyor ki “Ebû Hanîfe gayet heybetli bir kişiydi. Konuşması ise umumiyetle cevap mahiyetindeydi. Lüzumsuz sözleri malayani (boş işlerle) ne söyler ne de dinlerdi”. Bir gün İmam’a “Ya İmam! Allah’tan kork” denilmişti. Söylenen sözün tesiriyle İmam başını önüne eğdi. Sonra da bunu söyleyen kimseye şöyle dedi: “Ey kardeşim! Allah seni hayırla mükafatlandırsın. İnsanların bu türlü hatırlatmalara daima ihtiyacı vardır. Özellikle ilim ve amel sahibi olup ucu belli olanları, halkın ağzına düşenleri böyle ikaz etmelidir.
(Dakika 20:04)
Ben biliyorum ki Allah benden soracaktır. Sen beni selameti araştırmaya hızlandırdın”. Yani “Sen beni uyardın ikaz ettin” diyor. Adam bakın, terbiye kurallarını aşarak söylediği halde İmam onu kendi nefsine alarak oradan ikaz dersi alacağını söyledi. Büyükler böyledirler. İnsanların bu tip sözleriyle meşgul olmayın. Bunlar faydasız şeylerdir. Hakkımızda kötü şeylerden kötü söyleyenleri Allah affetsin. İyi söyleyenleri de rahmetine gark etsin. Biz insanların hallere üzerine bırakın da fıkıhta derinleşmeye çalışın. Zaman gelir sizin hakkınızda konuşanlar size müracaata mecbur olurlar. İmâm-ı Âzam’a dil uzatanlar İmâm-ı Âzam’a ebedi muhtaç kalmışlardır ve muhtaçtırlar. İster farkında olsunlar ister olmasınlar. Ebû Hanîfe’nin dilinin doğruluğu ve kimseyi kötü bir şekilde zikretmediği hakkında herkes aynı konuşmaktadır. Bunda kimse ihtilaf etmemiştir. “İmâm-ı Âzam daima doğruyu söyleyen bir zat-ı muhteremdir” buyrulmaktadır.
Kıymetli efendiler, yine bir gün Ebû Hanîfe’ye dediler ki: “İnsanlar sizin hakkınızda konuşuyorlar. Sen bunların hiçbirinin hakkında neden konuşmuyorsun?” denildiğinde şöyle demişti: “Bu bir haslettir (huy, ahlak). Allah-u Teâlâ’nın fazlıdır. İstediğine verir” buyurdu. Görüyorsunuz bütün hayatını, ömrünü ilme adayan kişi hiç başkalarının seviyesine düşer mi? Gıybetçilerin seviyesine, rastgele, malayani (boş işlerle) konuşanların seviyesine hiç düşer mi? Yine, Bükeyir bin Maruf (rahmetüllahi aleyh ve aleyhim ecmaîn) diyor ki “Ümmet-i Muhammed içinde Ebû Hanîfe’den daha güzel bir sirete (hâle) sahip kimse görmedim” diyor. İşte kıymetli efendiler, bu yine yüksek hadis âlimlerinden birisidir Ebû Bükeyir bin Maruf (rahmetüllahi aleyhim ecmaîn). İmâm-ı Âzam son derece cömert bir zat-ı muhteremdi (rahmetüllahi aleyh ve aleyhim ecmaîn). Ebû Hanîfe yaşadığı devirde insanların en cömerdi olduğunda herkes ittifak etmektedir. O kereminde (iyiliğinde, cömertliğinde) dostlarını ve öğrencilerini eşit tutardı. Evlenmesi gerekenleri evlendirir, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını temin ederek evlerine bizzat gönderirdi. Yani ayağına çağırmıyordu, bizzat o ihtiyacı olanların bizzat evine gönderiyor ve onlara “Bu nimet Allah’ın nimetidir” diyor, onları onurize ediyordu. Evet kıymetliler “Şu seccadeyi kaldır. Altında olanları al. Kıyafetini bununla güzelleştir” demişti. Orada tam 1000 dirhem vardı. Hepsini o ihtiyaç sahibine verdi. Çünkü yanında gelen kişiye baktı. Üzerinde eski elbiseyi görmüştü.
(Dakika 25:02)
Diğer oturanlar oradan kalkana kadar beklemesini rica etti. Milletin içinde, yanında vermedi. Ondan sonra elbisesi eski olan şahsa dedi ki “Şu seccadeyi kaldır. Altında olanları al” dedi ve 1000 dirhem vardı. Ey kıymetliler, işte İmâm-ı Âzam bütün varlığıyla Allah’ın rızasına kendini vakfetmiş bir zat-ı muhterem olarak dünyada böyle okunmaktadır. Ebû Yusuf (rahmetüllahi aleyh) diyor ki “Ebû Hanîfe’den herhangi bir şey istendiğinde mutlaka yerine getirirdi”. Oğlu Hammad, İmâm-ı Âzam’ın oğlu Hammad, Fatiha Suresini ezberlemişti. Oğlunun öğretmenine, hocasına 500, diğer rivayete göre 1000 dirhem verdi. Dikkat et, Fatihayı benim oğluma öğretti diye. Bu 1000 dirhemi oğlunun hocasına veriyor. Kim? İmâm-ı Âzam. Şimdi, öğretmen dedi ki yani hocası oğlunun: “Ben ne yaptım ki bu kadar parayı bana veriyorsun?”. Ebû Hanîfe dedi ki, İmâm-ı Âzam “Sen oğluma öğrettiğin Kur’an’ın kavlini (sözünü) küçük görme. Eğer yanımda ondan daha fazla olsaydı hepsini gönderirdim”. İşte gönderdiği paranın halk tarafından duyulması üzerine öğretmeni çağırıp bunları söylemişti. İmam seneden seneye kazancını toplar, bununla fakih ve muhaddislerin ihtiyaçlarını karşılar, yiyecek ve giyeceklerini satın alır, kârdan geri kalan parayı da onlara yine dağıtırdı. Parayı verdikten sonra da şöyle derdi: “Bu ihtiyaçlarınıza bunları harcayın. Yalnız Allah’a hamd edin. Benim verdiklerim gerçekten benim değildir. Sizin nasibiniz olarak Allah’ın fazl-ı kereminden benim elimden size gönderdiğidir” diyordu. Çünkü her nimetin sahibinin Allah olduğunu o iyi biliyordu. İmam Vekî’ anlatıyor: “Ebû Hanîfe bana dedi ki “40 seneden beri 4000 dirhemden fazla para bulundurmadım. Bunun fazlasını daima infak ettim. Bu miktarı, Hz. Ali’nin bu kadar miktar “Ailenin ihtiyacı için lazımdır” kavline (sözüne) dayanarak tuttum. Eğer başkalarına muhtaç olmaktan korkmamış olsaydım kendim için bir dirhem bile bırakmazdım”. Süfyân bin Uyeyne de şöyle demektedir: “Ebû Hanîfe sadakası bol kimseydi. Bol hayır işlerdi. İhtiyaç sahiplerini unutmaz, onları daima istifade ettirirdi. Bir defasında bana o kadar fazla hediye göndermişti ki hayret ettim. Durumu onun yakın dostlarına açtığımda
|
dediler ki “Ya sen Sa’îd bin Ebî Arûbe‚ye gönderdiğini görmüş olsaydın daha da hayret ederdin”. Ebû Hanîfe’nin zamanında hadis âlimleri arasında İmamın yardım elini uzatmadığı kimse yoktu.
(Dakika 30:03)
Mis’ar bin Kıdam diyor ki: “Ebû Hanîfe çarşıdan ailesi için yiyecek veya giyecek aldığında onun bir mislini de büyük âlimlere gönderirdi”. Yani evine ne alırsa büyük âlimlere de mutlaka onu alır, gönderirdi, diyor. Ebû Yusuf diyor ki (rahmetüllahi aleyhim ecmaîn): “İmâm-ı Âzam ihsan ettiği bir şey üzerine kendisine teşekkür edilirse buna çok üzülürdü. Şöyle derdi “Bu rızkı benim elimle sana gönderen Allah-u Teâlâ’dır. Allah’a şükret”. “Beni tam 20 sene ailemle birlikte besledi”. Dikkat edin, İmâm-ı Âzam’ın en baş talebesi “20 sene ailem ve beni besledi” diyo. Dikkat edin hem okutuyor hem besliyor. Hem de bugün Ebû Yusuf cihan âlimidir. İmâm-ı Âzam’dan sonra dünyada ikinci bir müçtehittir, büyük bir müçtehittir. Bir gün kendisine “Sizden daha cömert bir kimse görmedim” dediğimde bana “Hocam Hammad’ı görmüş olsaydın böyle konuşmazdın. Güzel huyları bu kadar kemâl üzerinde toplayan hocam Hammad’dan başka kimseyi görmedim” dedi. İmâm-ı Âzam hocasına hayrandı. Kendisi övüldüğü zaman hemen hocasını överdi kendi konusunu kapatmak için. Ebû Hanîfe ilim, amel, cömertlik ve Kur’an-ı Kerim ahlakı üzere bulunma bakımından Allah’ın yeryüzünde bir ziynetiydi. Şakîk anlatıyor. Şakîk kim biliyor musunuz? Künyesi Ebû Ali. Aslen Horasanlı. Büyük evliyalardan, tasavvuf ehlinin büyüklerindendir. Bir gazada, savaşta şehit olmuştur. İmam-ı Şarani bu konuda bilgi vermektedir. Bu zat-ı muhterem bakın ne diyor: “Ebû Hanîfe ile yolda gidiyorduk. Giderken bizi karşıdan bir adam gördü, yolunu değiştirdi. İmam seslendi, yanımıza geldi. İmâm-ı Âzam “Bizi görünce neden yolunu değiştirdin?” dedi Adam “Ya İmam! Size 10000 dirhem borcum var. Aradan uzun zaman geçmesene rağmen sıkıntıda olduğum için ödeyemedim. Utandım da ondan” dedi. Bak, İmâm-ı Âzam bu adama ne dedi (Subhanallah): “Sen bu kadar sıkıntıda olduktan sonra buradakiler şahit olsun ben sana 10000 dirhemi hibe ettim. Bundan sonra serbest ol. Seni böyle bir sıkıntıya soktuğum için de bana hakkını helal et” dedi. Görüyorsunuz, ona kimler borçluysa onları hiç üzmeden onlara bağışlıyordu. Şakîk bunu gördükten sonra diyor ki, Şakîk kim idi? O büyük evliya. “Anladım ki” diyor “gerçek zahit (dinin yasak ettiği şeylerden sakınıp Allah’ın buyurduklarını yerine getiren) Ebû Hanîfe’dir”. Fudayl bin İyaz diyor ki, bu da büyük evliyalardan: “Ebû Hanîfe konuşmasının azlığı, ilim ve ehline ikramının çokluğu ve faziletleriyle maruf bir kimseydi”. Ders 34:52 ende 19.04 Şerîk anlatıyor, bu da biliyorsunuz yüksek âlimlerden biri: “Ebû Hanîfe öğrencilerinin bütün ihtiyaçlarını temin eder, öğrencilerin ailelerin ihtiyaçlarıyla da ilgilenirdi. Ayrıca her öğrencisine helâl ve haramı öğrenmekle asıl büyük zenginliğine kavuşacaklarını söylerdi. Bir defasında İbrahim bin Uyeyne 4000 dirhemi aşkın bir borç yüzünde hapsedilmişti. İbrahim’in bazı dostları bu miktar parayı halktan toplayıp onu kurtarmak istemişlerdi. Halkın yardımlarını toplayarak Ebû Hanîfe’ye geldiklerinde, dikkat edin, bakın İmâm-ı Âzam ne yaptı? “Kimden ne aldıysanız” dedi İmâm-ı Âzam “onları geri veriniz. Ben öderim” dedi ve ödedi. Ebû Hanîfe’ye hediye getirmişlerdi. İmam, kendisine gönderilen hediyenin birkaç mislini hediye sahibine gönderdiğinde İmama hediye veren kişi: “Ya İmam! Böyle yapacağını bilseydim size hediye göndermezdim” dedi. İmam “Öyle söyleme. Faziletin ilk başlayana ait olduğunu bilmez misin?”. Heysem bin Adî, Ebû Salih’ten rivayet ederek, “Bana ulaşan, Peygamberimiz” bakın ne diyor “Peygamberimizden rivayet “Her kim size bir iyilik ederse gücünüz yettiği kadar ona mukavelede bulunuz. Gücünüz yetmediğinde de iyilik sahibi için hayır dua ediniz” buyurduğunu duymadın mı? Bu hadis benim için sahip olduğum şeylerin hepsinden daha sevimlidir”. Men sana ileykum mağrufen fekafiuhu feillem tecidu ma tekafibuihi fesnu aleyh”. Sadaka Resûlullah.
Evet, çok kıymetli efendiler, işte âlimlerimizi rahmetle anmaya devam ediyoruz. Dünyadan yüz çevirmesi ve şüpheli şeylerden bile kaçınması. İmâm-ı Âzam’ın yönü, kalbi Hakka yöneliktir, dünyaya değil Hakka bakıyordu ve şüphelilerden bile kaçınıyordu. İşte veranın (takva) zühtün zirvesini yaşıyordu (rahmetüllahi aleyh ve aleyhim ecmaîn). Abdullah bin İbn-i Mübarek diyor ki “Ben Kûfe’ye geldiğimde buranın en zahidi (hep ibadet eden, dünyadan elini ayağını çekmiş demektir) kimdir, diye sordum. Bana, Ebû Hanîfe’dir, dediler. Cariye satın almak istemişti. Şüphelerden kurtulmak amacıyla müşavere ederek tam 10 sene, başka rivayette göre 20 sene beklemişti. Ben Ebû Hanîfe’den daha çok şüpheli şeylerden kaçınan kimseyi görmedim. Bunca mal ve servet sahibi olduğu halde, kendisine defalarca kadılık makamı ve mevki teklif edildiği halde. Dayak yeme pahasına bile ondan uzak duran kimseden daha zahit kişi olabilir mi? O, bu makamı kabul etmediği için tehdit edilmiş, kırbaçlanmış, hapse atılmıştı. İşte kıymetliler yine ne diyor büyüklerden birisi “Ebû Hanîfe’den daha çok vera sahibi bir kimse görmedim”.
(Dakika 40:03)
Vera nedir? Şüphelilerden sakınmak. Hassan bin Salih de şöyle derdi “İmam, haramdan o kadar çok korkardı ve şiddetle kaçınırdı ki bu yüzden birçok helali de terk ederdi. İlmini ve şahsiyetini ondan daha çok koruyan, ondan daha fakih bir kimse görmedim”. Nadr bin Muhammed de bakın ne diyor: “Ebû Hanîfe’den daha çok haramdan ve şüpheli şeylerden kaçınan bir şahsı görmedim” derdi. Kim bu zat-ı muhterem? İşte İmamın bu da öğrencilerindendir ve hadis ricalindendir, büyük şahsiyetlerdendir. Evet kıymetliler, Yüce İslâm’a hizmet eden bütün İslâm âlimlerinden Yüce Allah razı olsun. Allah’ın rahmeti, mağfireti onların üzerinden merhameti hiç eksilmesin. Hassan bin Ziyad da şöyle anlatmaktadır: “Allah’a yemin ederim ki Ebû Hanîfe devlet adamlarının hiçbirinden ne hediye ne de mükafat kabul etmedi. Ortağını, Havs bin Abdurrahman’ı mal satmak üzere gönderdi. Gönderdiği malın içinde bulunan kusurlu bir elbisenin varlığını da göstererek satarken bunun kusurunu söylenmesini istemişti. Ortağı malı satarken kusuru söylemeye unutmuştu. Ayrıca kusurlu malı kime sattığını da bilmiyordu. Ebû Hanîfe durumu öğrenince o seferden elde edilen paranın tamamını, rivayete göre 30000 dirhem, sadaka olarak dağıtmıştı”. O şüpheli malın bulunduğu kazancın hiçbirini diğer helâl kazancına karıştırmadı. 30000 dirhemi sadaka olarak dağıttı. Kim? İmâm-ı Âzam. Yine Vekî diyor ki “İmam konuşma esnasında her ne zaman doğru üzerinde olsa ağzından yemin çıktığında mutlaka bir dirhem sadaka verirdi. Çünkü böyle yapmayı nez (bozmak) etmişti”. Havs da diyor ki “30 sene İmâm-ı Âzam’ın dersinde bulundum. Gizlediği şeyin zıddını konuştuğunu duymadım. Eğer bir hususta şüpheye düşerse icap ederse o şüpheden kurtulabilmek için bütün malını infak ederdi” diyor. Sehl bin Mu’âz da şöyle anlatırdı: “Ebû Hanîfe’nin evine gittiğimde yerde sergi olarak hasırdan başka bir şey görmedim”. İşte kıymetli efendiler, dünyada serveti var, ilmi var, her şeyini Allah’ın rızasına, yoluna kullanıyor. Dünyaya hiç mi hiç esir olmamış. Gerçek hür ve özgürlüğü yaşıyor. Allah’ın emrinde yaşıyor. Ebû Hanîfe’ye “Bunca aileniz varken dünyanın ne malını ne de makamını kabul etmiyorsunuz. Neden?” denildiğinde bakın İmâm-ı Âzam ne diyor. Zariyat Suresinin 22. ayetini okuyarak (“Semada rızkınız ve o vaat olunduğunuz”) “Ailem için Allah bana kâfidir. Bana bir ay gıda için 2 dirhem yetmektedir.
(Dakika 45:02)
Allah’ın hesap soracağı şeyi neden toplayayım ki? Kişi topladığı maldan ister itaatte isterse isyanda sarf etmiş olsun. Allah yanında sorumludur. Herkesin rızkını Allah vermeyecek midir?” dedi. Dostlarından biri hacca giderken cariyesini Ebû Hanîfe’nin evinde bırakmıştı. Aradan 4 ay geçtikten sonra hactan dönen kişi İmamdan cariyesinin hizmetini sormuştu. İmam şöyle dedi: “Kur’an okuyup insanların dinini muhafaza makamından bulunan her kişi nefsini fitnelerden korumak zorundadır. Sen gittiğinden beri cariyenin yüzünü görmüş değilim”. Görüyorsunuz. Cariyenin sahibi cariye ile buluştuktan sonra Ebû Hanîfe’yi ondan sormuştu. Cariye şöyle anlatmıştı: “Ebû Hanîfe’nin bir benzerini ne gördüm ne de duydum. İmsaktan önce bir miktar yemek yer”. Dikkat et, imsaktan önce. “Biraz da oturduğu yerde uyuklayarak kestirdikten sonra kalkar, sabah namazı için mescide gider. Gece ve gündüz gusül yaptığını duymadığım gibi gündüzün yediğini, içtiğini asla görmedim, işitmedim” diyor. Böylelerin, Hak yedirir, Hak içirir. Bir kadın Ebû Hanîfe’ye satmak için bir ipek elbise getirmişti. Ebû Hanîfe fiyatını sordu. Kadın da “100 dirhem” dedi. Ebû Hanîfe “Bu 100 dirhemden fazla eder” dedi. Bunun üzerine kadın 100, 100 arttırarak, Ebû Hanîfe “Daha fazla yapar” deyince kadın “Benimle eğleniyor musun?” dedi. “Ne münasebet. Bir adam getirelim fiyatını takdir ettirelim”. Kadın bir adam çağırdı, fiyat biçti. Ebû Hanîfe de o elbiseyi 500 dirheme satın aldı. Kadın onu 100 dirheme verecekti. Ama İmâm-ı Âzam dikkat et kadına 5 katını vererek malı tam fiyatından aldı. Bir de kadın aldandım zannetmesin diye bir de bu işten anlayan birini getirttirdi oraya. İşte kıymetliler Ebû Hanîfe derdi (rahmetüllahi aleyh ve aleyhim ecmaîn) şöyle: “Allah’tan korkmasaydım, ilmin ziyasından (ışık) endişem olmasaydı hiçbir kimseye fetva vermezdim”. Ebû Hanîfe, Bağdat’ta hapsedilmişti. Oğlu Hammad’a şöyle haber gönderdi: “Oğlum, bir dirhem, ekmek, bir dirhemi de kavrulmuş un için olmak üzere bana iki dirhem para gönder. Burada bana bir ay yeter”. Hapisteyken kimsenin bir şeyini yememişti. Zorla alınan koyunların Kûfe halkının koyunlarına karıştığını duyulmuştu. Bir koyunun ortalama kaç yıl ömrü olduğunu sordu. 7 sene cevabını alınca tam 7 yıl ağzına koyun eti koymamıştı.
(Dakika 50:05)
Nehrin kenarında askerlerin et yiyip artıklarını nehre attıklarını görmüş bir balığın ömrü kadar o nehirde tutulan balıklardan yememişti. Şafiî mezhebinin büyüklerinden bazıları ve üstat Ebü’l–Kāsım el–Kuşeyrî, tasavvuf ve erbap hakkında eşsiz eseri olan Er-Risale’sinde takva bölümünde şöyle demektedir: “Ebû Hanîfe borçlusunun ağacının gölgesinde hiç oturmazdı”. Kuşeyrî de büyük evliyalardandır. Efendiler, Kuşeyrî vefatı 465. Tasavvuf ehli ve aralarında kullanılmakta olan terimler için hazırladığı eseri Er-Risale çok meşhurdur. Ebû Hanîfe hakkında bu sözleri için bakınız onun eserlerine. Evet kıymetliler, Kuşeyrî’nin bu rivayetiyle İbn-i Harun’un dedikleri birbirinin aynısıdır. İbn-i Harun diyor ki “Ben Ebû Hanîfe’den daha çok şüpheli şeylerden kaçınan kişiyi görmedim. Bir gün Ebû Hanîfe’yi bir adamın evin önünde gölge varken güneşte oturduğunu gördüm. Dedim ki “Gölge varken niçin oraya, buraya güneşe oturdunuz?”. İmam “Hane sahibinin bana bir miktar borcu var. Borç sahibine ait gölgede oturmayı sevmem” demişti”. İbn-i Harun bunu anladıktan sonra şöyle demişti: “Bundan daha şiddetli şüpheli şeylerden kaçınma, vera olur mu?” dedi.
İşte kıymetliler Ebû Hanîfe hakkında ne kadar bilgi versek tamamını değil içinden bazı özetler, keşif notları vermeye çalışıyoruz. Ebû Hanîfe’nin çok güvenilir bir kişiliği vardı. Bütün çevrede herkes ona güvenirdi. Şam’da bir adam, Hakem bin Hişâm es–Sakafî’ye “Bana Ebû Hanîfe ’yi anlat” demişti. Hakem bin Hişâm dedi ki: “Ebû Hanîfe insanlar için en güvenilir kimseydi. Ona duyulan bu güvenden dolayı devletin hazinesinin anahtarlarını hazine emini olarak ona verilmesini sultan istemişti”. Yani İmâm-ı Âzam’a bütün hazinelerin anahtarları verilmek istendi sultan tarafından. Hatta “Ya kabul edersin ya da sırtına kırbaç vururum” demişti. Ebû Hanîfe dünya azabını ahiret azabına tercih ederek hazine eminliğini dahi kabul etmedi. Sırtına kırbaçlar vuruldu. Adam dedi ki “Ben Ebû Hanîfe’den başka böyle vasıflandırılan bir kişiyi duymadım”. Ey kıymetliler, İmâm-ı Âzamı dünya tanıyor da tanımayanlar var. Onlara da tanıtın İmâm-ı Âzam’ı (rahmetüllahi aleyh) Hikem es-Sakafi de “Allah’a yemin ederim ki Ebû Hanîfe aynı anlattığım gibi bir kimseydi”. Yine Vekive şöyle diyor: “Ebû Hanîfe büyük bir emniyet ve güven sahibiydi” demiştir.
(Dakika 55:00)
Evet kıymetliler, daha neler neler. Kendilerine büyük güven duyulduğunu ve diyaneti güzel bir kimse olduğunu söylemektedirler. Hep büyükler İmâm-ı Âzam’ın ne kadar büyük bir imam olduğunu, İmâm-ı Âzam olduğunu anlatmaktadırlar. İmâm-ı Âzam akıl yönüyle de çok kuvvetliydi. Bakın, Hatîb-i Bağdâdî rivayet ediyor. Abdullah ibn Mübarek: “Ebû Hanîfe’den daha akıllı bir kimse görmedim” derdi. İşte kıymetliler, Allah, ilmi de aklı da takvayı da zühtü de Cenab-ı Hak, İmâm-ı Âzam’a yeryüzüne, insanlık âlemine bir ilim deryası olarak Allah lütfetmiştir, bu Allah’ın bir lütfudur. Bir gün Ebû Hanîfe, Harun Reşit’in huzurunda Ebû Hanîfe’den bahsedilirken Reşit şöyle demişti: “Allah ona rahmet etsin. Başkalarının baş gözüyle göremediklerini Ebû Hanîfe akıl gözüyle görmüştür” dedi. Harun Reşit burada övüyor İmâm-ı Âzam’ı. Ali bin Asım da “Yeryüzündeki insanların aklının yarısı terazinin bir kefesine, Ebû Hanîfe’nin aklı da diğer kefesine konmuş olsaydı Ebû Hanîfe’nin aklı ağır gelirdi” derdi. Muhammed bin Abdullah el-Ensarî de bakın ne diyor: “Ebû Hanîfe’nin aklının metaneti onun konuşmalarında, hareketlerinde, sözünde, sohbetinde velhasıl her halinde kendini gösterirdi” diyordu. Evet, Harice ibn-i Mus’ab ise “Âlimlerden binlercesini gördüm. Bunların içinde en akılları üçü-dördü geçmez” dedi. Bunları sayarken de üçüncü veya dördüncü olarak Ebû Hanîfe’yi saymıştı. İşte kıymetliler bakıyoruz ki Ebû Hanîfe’nin oğlu Hammad anlatmıştır: “Babam” diyor “bir gün mescitte elbisesine bürünmüş oturuyordu. Nasıl olduysa tavandan bir yılan babamın kucağına düştü. Aniden böyle bir durumla karşılaşan İmamın halinde hiçbir değişiklik olmadı. Hatta dizlerini bile açmadı. Sadece” bakın “şu ayeti okudu”. (Ayet Tövbe 51):
قُل لَّن يُصِيبَنَا إِلاَّ مَا كَتَبَ اللّهُ لَنَا هُوَ مَوْلاَنَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
“Bize Allah’ın takdir ettiğinden başkası ulaşamaz. O bizim Mevla’mız” mealindeki ayeti yani bu ayeti okuduktan sonra yılanı sol eliyle tutup atıverdi. Burada da İmâm-ı Âzam’ın Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmadığı, başka korkusunun olmadığı anlaşılmaktadır. İmam- Şafiî Hazretleri, Ebû Hanîfe’nin aklını tavsif ederken şöyle demişti: “Hiçbir kadın Ebû Hanîfe gibi akıllı bir evlat dünyaya getirmemiştir” dedi. Kim bunu diyen? İmam-ı Şafiî Hazretleri, diyor (rahmetüllahi aleyhim ecmaîn).
(Dakika 1:00:00)
Yine zat-ı muhterem Hüneys diyor ki “Ebû Hanîfe’nin aklı ile zamanında yaşayan kimselerin aklı bir araya toplanmış olsaydı Ebû Hanîfe’nin aklı diğer akılların tamamına tercih edilirdi” diyor. Kim bu zat? Âbit bir kimse olduğunu, daha sonra Bağdat’ta yaşadığını ve hadis ricalinden olduğunu bize Zehebî bildirmektedir. Yani yüksek âlimlerden birisi. İmâm-ı Âzam’ın feraset nurları kalbinde parlıyordu. Onun ferasetine şöyle bir bakın. Ebû Hanîfe (rahmetüllahi aleyh ve aleyhim ecmaîn) ferasetiyle ashabından birçoğunun istikbalini keşfetmiş, bakın burada kerametle iç içe, daha önceden kendilerine söylemiş, söyledikleri de aynı dediği gibi gerçekleşmişti. İmam-ı Züfer ve Davud-u Tahiri hakkındaki sezgilerini bizzat kendilerine söylemişti. Daha sonra da onların hayatı aynen İmâm-ı Âzam söyledikleri gibi efendim görünmüştü. Aynı rivayette Ebû Yusuf’a da bakın şöyle demişti: “Sen dünyaya meyledeceksin” demişti. Dediği gibi Harun Reşit Devrinde başkadı oldu. Kim? İmam-ı Ebû Yusuf. Ona daha önceden İmâm-ı Âzam bunu haber vermişti. Bu bir feraset, bu bir keramet. İmam şöyle derdi: “Başı uzun bir adam görürseniz biliniz ki o ahmaktır”. İmama “Medine’de bulunan âlimleri nasıl görüyorsunuz?” diye sormuşlardı. İmâm-ı Âzam “Onların içinde ancak Mâlik İbn-i Enes felâh bulur” demişti. Dediği gibi Medine’de yaşayan âlimlerden hiçbiri İmam-ı Mâlik’in ulaştığı dereceye ulaşamadı. Yaşadığı asırda Mâlik, Medine’de tek âlim sayıldı. Bunu da İmâm-ı Âzam önceden ferasetiyle bildirdi. Feraset, kalpte Allah’ın bir nurudur. O Allah’ın nuruyla bakmanın adına feraset denir. Evet kıymetliler “Eğer hafızası sağlam insan görürseniz hadiste topladıklarını alınız. Sakalı uzun bir kimse görürseniz onun ahmak olduğunu biliniz. Uzun boylu olup da sağlam aklı bulunan kişiyi görürseniz (Bakın bunlar birer feraset, bir keşiftir) ona tabi olunuz, zira uzun boylularda akıllı kimse nadir bulunur”. Eğer boyu uzun, başı uzun, sakalı uzunsa diyor bunlar içinde pek akıllı olmaz. Akıllı çıkarsa o nadir bulunur, ona da tabi olunuz” diyor. Halife Mansur, Kûfe’ye kadı tayın etmek için Ebû Hanîfe İmâm-ı Âzam’ı, Mis’ar bin Kidâm’ı, Süfyân es-Sevrî’yi ve Şerîk-i en-Nehaî’yi saraya çağırmıştı. Yolda giderken Ebû Hanîfe “Bunlara hakkımızda bir tahmin yapayım. Ben kendimi kurtarırım. Süfyân da yolda kaçar. Mis’ar da kendini deli yerine kor. Şerîk’e gelince o da bu kadılık görevini kabul eder” dedi.
(Dakika 1:05:00)
Yola düştüler, gidiyorlardı. Yanlarında asker muhafızlar da vardı. Bir ara Süfyân muhafızlara abdest tazelemek istediğini söyledi. Bir duvarın arkasına geçti, oturdu. Baktı ki nehirde ot yüklü bir gemi gidiyor. Gemidekilere seslendi: “Şu duvarın arkasında beni boğazlamak isteyenler duruyor. Beni kurtarın” dedi Süfyân Sevrî. Bak, İmâm-ı Âzam’ın dediği gibi kaçtı. O da nereden kaçıyordu. Kadı olmak istemiyordu. “Peki atla!” dediler. Gemiye bindi ve kaçtı. Üstünü otlarla örttü. Duvarın diğer tarafında bekleyen asker Süfyân’ın gelmediğini görünce arkaya geçti, baktı. Kimseyi göremedi. “Ya Eba Abdillah” diye birkaç defa seslendi. Cevap alamayınca geri döndü. Tabii kaçırdığı için kötü söz işitti. Geri kalan üç kişi Halifenin huzuruna vardılar. İçeri önce Mis’ar girdi. Elini uzattı. Halifeyle musafaha etti. Sonra da şöyle konuşmaya başladı, şimdi deli rolü oynuyor Mis’ar da: “Ya, Emiru’l Mü’minîn! Nasılsınız? Cariyeleriniz ne âlemde? Atlarınız nasıl? Beni kadı yapınız. Ne olur”. O sırada halifenin yanında bulunan bir kişi Mansur’a “Bu delidir” dedi. Mansur “Evet doğru söylüyorsun. Çıkarın bunu buradan” dedi. Mis’ar çıktı. Bundan sonra Ebû Hanîfe’yi çağırdılar. İçeri girdi konuştu: “Ben” dedi. “Numan bin Sabit. Bir kölelin oğluyum ve bezzazım. Kûfe halkı benim gibi bir köle soyundan gelenin başlarına kadı olarak nasbına razı olmaz sanıyorum”. Halife “Doğru söylüyorsun” dedi. İmam da huzurdan çıktı. En son olarak Şerîk kalmıştı. İçeri girince konuşmaya başlamıştı. Halife “Sus! Hiç konuşma. Zira senden başka kimse kalmadı” dedi. Fakat Şerîk “Ey müminlerin emiri! Bende unutkanlık vardır”. Halife “Bol bol kenger sakızı çiğnersin”. “Efendim bende hafiflik vardır”. “Öyleyse bol bol paluze (bir nevi tatlı) yersin. Makama öyle oturursun. Kim olursa olsun, istediğim gibi hükmederim. Huzurunda oğlun bile olsa istediğim gibi hükmet”. Ebû Hanîfe’nin tahmini olduğu gibi çıkmıştı. Yani Şerîk orada kadı yapıldı.
Ey, kıymetliler, Ebû Hanîfe’nin iç dünyasında feraset nurları parlıyordu. 1:08:41 Ders Ende 03.05 Ebû Hanîfe’ye sordular: “Nasıl anladın bunları?”. “Baktım adam sağa sola bakarak yürüyordu”. Bakın, İmâm-ı Âzam yine bir başkasını onlara tanıtıyor. “Yabancı olduğunu olduğunu anladım. O tarafına sinekler fazlaca konuyordu. Sineklerin konduğu tarafta tatlı bir şey olduğunu sezdim. Gördüğü çocuklara da dikkatli bakıyordu, öğretmen olduğunu anladım”. Yani karşıdan yabancı birine baktığı zaman onu keşfediyordu İmâm-ı Âzam. Zekâsının azameti ve insanı susturan sorulara cevapları. Evet kıymetli efendiler, Ebû Hanîfe’yi sevmeyenlerden bir kişi geldi İmam’a dedi ki “Şu diyeceklerimi söyleyen kimse hakkında ne dersiniz ki? Cennet ümit etmiyorum, cehennemden de korkmuyorum. Allah’tan da korkmuyorum. (Görmeden şahitlik yapıyorum). Meyte (ölü eti) yerim. Rükün ve secdesiz namaz kılarım. Hakka buğz eder, fitneyi sever, rahmetten (yağmurdan) kaçarım. Yahudiler ve Hristiyanları tasdik ederim” diyor. Bakın, İmâm-ı Âzam’a adam bu soruları sordu. “Ben böyleyim, ne dersin?” dedi. Şimdi İmam “Senin bu hususta bir bilgin var mı?” diye sordu. Adam “Ben bir şey bulamadım” dedi. Ebû Hanîfe yanında bulunan ashaba dönerek “Bu adam hakkında ne dersiniz?”. “Bunlar bu adamın kötülüğüne delalet eder. Zira bunlar kafirin sıfatlarıdır” dediler. İmam gülümseyerek şöyle dedi “Bu adam Allah’ın gerçek velilerindendir”. Dikkat edin, bunu ancak bir İmâm-ı Âzam yorumlayabilir böyle. Sonra soran adama dönerek dedi ki “Ben sana bunun mahiyetini anlatayım. Sen de dilini tut. Ayrıca sana faydası olmayan şeylerden de uzak dur”. Adam “Peki”, dedi. İmâm-ı Âzam anlatmaya başladı (rahmetüllahi aleyh ve aleyhim ecmaîn): “Cennetin Rabbini ümit ediyor, cehennem Rabbinden korkmuyor. Rabbinin lütfuyla muamele edeceğine imanı olduğundan korkmuyor. Ölü etinden kastı balık eti. Görmediğine şahitlik etmesindeki kastı da kelime-i şahadeti söylüyor. Hakka buğz ediyor ki haktan kastı ölümdür (çünkü ölüm haktır). Allah’a itaat edebilmek için ölümü istemiyor. Mal ve evlat Kur’an’da vasıflandırdığına göre fitnedir (Enfal 28-Ve iyi bilin ki mallarınız, evlatlarınız bir fitneden ibarettir. Allah yanında ise azîm ecirler vardır). Onları severim, diyor. Yahudi ve Hristiyanların birbirlerinin dinleri hakkında söylediklerini (birbirlerini dinsiz görüyorlar) tasdik ediyor”. Soruyu soran adam bu cevabı dinledikten sonra ayağa kalktı, Ebû Hanîfe’nin gözlerini öptü ve dedi ki “Ben inanıyorum ki sen hak üzeresin”. Evet kıymetliler, İmâm-ı Âzam hak üzere bir zat-ı muhteremdir.
İmam-ı Ebû Yusuf hastalanmıştı. Hastalığının haberini alan Ebû Hanîfe İmâm-ı Âzam “Eğer Ebû Yusuf ölürse yeryüzünde onun yerini alacak kimse yoktur” demişti. Ebû Yusuf sağlığına kavuşunca kendine bir güven gelmiş, Kûfe mescidinde kendi müstakil bir ders halkası kurmuştu. Ebû Hanîfe yanındakilerden birine demişti ki “Ebû Yusuf’a git, ona şu meseleyi sor. Bir adam temizleyiciye iki dirhem ücretle bir elbise verse elbisesini almak için sahibi istediğinde önce inkâr etse daha sonra tekrar istenince de verse bu temizleme işini yapan adam ücret almaya hak kazanmış mıdır? Eğer evet vardır, derse, olmadı dersin. Yoktur derse, yine olmadı dersin”. Soruyu öğrenen adam kalktı, Ebû Yusuf’un yanına vardı, soruyu sordu. Ebû Yusuf “Ücreti hak etmiştir” dedi. “Hata ettiniz” dedi soruyu soran. “Hayır. Ücreti hak etmemiştir” deyince adam “Yine hata ettiniz” der. Ebû Yusuf o anda sorunun nereden geldiğini anlar. Kalkıp Ebû Hanîfe’nin ders halkasına gelir.
(Dakika 1:15:00)
Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf’u görünce “Seni buraya getiren temizlikçi meselesi olsa gerektir” der. Ebû Yusuf da “Evet” cevabını verir. İmâm-ı Âzam “Daha bir icare meselesini halledemeyen kişi nasıl olur da Allah’ın dininden bahsederek insanlara fetva vermeye kalkışır?” dedi. Ebû Yusuf “Bu meseleyi bize öğret”. “Önce meseleyi ayırmak lâzımdır. Eğer temizleme işini inkârdan sonra yaptıysa ücret istemeye hakkı olmaz. Zira kendisi için yapmış olur. Eğer temizleme işini inkâr etmeden önce yaptıysa mal sahibi için yapmış olduğundan ücret istemeye hakkı vardır. Bunu da ispat etmesi lâzımdır”. Ebû Hanîfe âlimlerle birlikte bir düğünde bulunmuştu. Düğün sahibi iki çocuğunu birden evlendiriyordu. Hem de iki kardeşle. Zifaftan sonra düğün sahibi “Büyük bir hata ettik. Zifaf yanlışlıkla nikah yapılanlarla değil de diğerleriyle oldu” dedi. Orada bulunan Süfyân es-Sevrî “Böyle bir karışıklık Sahabe Devrinde de olmuştur”. Böyle hususta Hz. Ali’den fetva talep etmişti. Kim? Muaviye. Gönderilen kişiye Hz. Ali (radiyallahu anhu ve erdim ecmaîn) “Herkes zifafa girdiği kadının mihrini tazmin etsin. Sonra da ayrılıp her kadın ilk kocasına dönsün” diye fetva vermişti. Sevrî’nin bu ifadesini orada bulunan diğer âlimler yerinde bulmuşlardı. Bu sırada bu âlimler arasında bulunan Mis’ar bin Kidâm, Ebû Hanîfe’ye “Siz sustunuz. Bu hususta ne buyurursunuz?’’ deyince Süfyân “Söylediğimin hilafını iddia edilecek değil ya?” dedi. Ebû Hanîfe “Bana çocukları getirin” dedi. Getirdiler. Herkesin huzurunda çocuklara “Zifafa girdiğiniz kadını sevdiniz mi?”. “Evet” dediler. “Fakat senin zifafa girdiğin kişi daha önce kardeşine nikahlıydı. Her biriniz ilk nikahlandıklarınızı boşayınız” dedi. Gençler ilk nikâhı yapılan fakat zifafa girmedikleri eşlerini orada boşadılar. Daha sonra da her biri zifafa girdiği kadınla yeniden nikahlandılar. Ondan sonra İmam düğünün yeniden yapılmasını talep etti. Orada bulunanlar bu fetvaya hayret ettiler. Mis’ar bin Kidâm da kalktı, İmamın ellerini öptü yani İmâm-ı Âzam’ın elini öptü ve oradakilere hitaben de şöyle dedi: “Ebû Hanefi’yi sevdiğim için beni kınamayınız”. Süfyân es-Sevrî ise susmuştu. Hiçbir şey söylememişti. Allah-u Ekber. Evet, bunu da anlatan İmam Vekî’. Hafif-ül İmam’da anlatılmaktadır. Burada tembih Süfyân es-Sevrî’nin Hz. Ali’den naklettiği hükümle Ebû Hanefi’nin fetvası arasında tezat yoktur, ikisi de haktır. Sevrî’nin nakli şüpheyle vaki olan zifafın mihri gerektirdiğini ve nikah bağını ortadan kaldırmadığını ifade eder.
(Dakika 1:20:10)
Ebû Hanefi’nin verdiği hükmü de aynı mahiyettedir. Yalnız Ebû Hanîfe mihri vaki kılmakla beraber ileride vaki olacak geçimsizliklere sebebiyet vermemesi için her birini ilk nikahlılarından ayırmış, birincilerle zifaf vaki olmadığı için de iddet (Evliliği sona eren kadının yeniden evlenebilmesi için beklemesi gereken süre) gerekmediğini bildirerek boşandırmak suretiyle yeniden nikâhlarını yaptırarak istikbalde meydana gelebilecek fitnenin önüne o anda geçmiştir. Böyle apaçık bir maslahatı kimse inkâr edemezdi. Onun için Süfyân da susmuştu. Ebû Hanîfe’nin bu fetvası da istilzam (gerekli olma) edilmişti. Hatta Mis’ar da fetva güzelliğinden dolayı İmamı tebrik etmişti.
Hâşimoğullardan ulularından birinin cenazesinde Kûfe’nin âlimleri ve seçkin simaları bulunmuştu. Bu bir çocuğun cenazesiydi. Ölen çocuğun annesi açık-saçık vaziyette cenazeye kapanmış ağlıyordu. O sırada kadının kocası “Eğer eve dönmezsen boş ol” demişti. Bu durum meydana geldiğinde sarf edilen söz karşısında orada bulunanlar şaşırmıştı. Ebû Hanîfe’den duruma çıkar yol sordular. Çünkü aynı kadın da “Eğer cenaze namazı kılmadan eve gidersem bütün kölelerim azat olsun” demişti. İmam, her ikisinin sarf ettikleri sözleri yeniden dinledi. Sonra da erkeğin sarf ettiği sözde cenaze namazın kaydı olmadığından erkeğin yalnız başına cenaze namazı kılmasını, kadının da kocası namaz kıldıktan sonra eve dönmesini istedi. Bu hadiseye şahit olan kadı İbn-i Şübrüme de “Analar senin gibi evlat doğurmaktan acizdir. Sizin halledemeyeceğiniz mesele yoktur” dedi. İşte kıymetliler, İmam’ı Âzam keskin bir zekaya, derin bir bilgiye sahipti. Feraset nurları parlıyordu.
Evet kıymetliler, bir kişi Ebû Hanîfe’ye gelerek “Evimin duvarından bir pencere açmak istiyorum. Açabilir miyim?” dedi. İmam “Komşunun namusunu göz önünde bulundurmak şartıyla açabilirsin” dedi. Adamın komşusu bu durumu öğrenince Kadı İbn-i Ebû Leylâ’ya şikâyette bulundu. Kadı da adamın pencere açmasının yasakladı. Bu sefer Ebû Hanîfe meseleyi danışan kimseye “Git duvarını yık. Yaptırma masrafı bana ait olsun” dedi. Adam duvarını yıkınca komşu tekrar kadıya başvurdu. Bu durumu kadı yasaklayamadı ve şöyle dedi: “Bir insan kendi malını yıkmaya da karar verebilir. Ben ne karışabilirim?”. Şikâyetçi adam kadıya “Siz daha önce bir pencere açılmasına müsaade etmemiştiniz. Şimdi her taraf açıldı.” deyince kadı “Artık benden tedbir kalmadı. Bu adam dersini büyük yerden almış.
(Dakika 1:5:00)
Benim hatamı tebarüz (bir durumu ortaya çıkarmak) ettirerek yaptığı hareketle yüzüme vurdu” dedi. Ebû Hanîfe’ye İbn-i Mübarek şöyle bir mesele sormuştu: “Bir adamın bir dirhemiyle, bir başkasının iki dirhemi karışıp bunlardan iki dirhem kaybolsa geri kalan bir dirhem kimin hakkı olur?”. “Geri kalan bir dirhemin üçte ikisi iki dirhem sahibinin, üçte biri de bir dirhem sahibinindir”. İbn-i Mübarek diyor ki “Kadı İbn-i Şübrüme ile buluştuğunda aynı meseleyi ona da sorduk. “Sen bunu başka birine sordun mu?” dedi. Ben de “Evet, Ebû Hanîfe’ye sordum” dedim. “Verdiği cevap ikili birliği bir taksimle ilgili olmalıdır” dedi. Ben “Evet öyle” deyince “Hata etmiştir. Çünkü kalan dirhemin kaybolan iki dirhem sahibine ait olma ihtimali daha büyüktür. Onun için kalan bir dirhem, iki dirhem sahibinin olmalıdır” dedi. Aradan zaman geçtikten sonra ben İbn-i Şübrüme’nin cevabını Ebû Hanîfe’ye naklettim. Çünkü İbn-i Şübrüme’nin cevabı bana da daha hoş gelmişti. Ebû Hanîfe bana “Üç dirhem karıştığından aralarında şirket meydana gelmiş. Onun için de kalan dirhem hisseye göre sahiplerini bulur” dedi. Tembih: Ebû Hanîfe’nin bu şekilde izahı meseleyi ayırmak mümkün olmayan bir karışma sonucu meydana gelen şirket ile ilgili görüşe metnidir. İbn-i Şübrüme ise burada şirket mütalaa etmediğinden yukarıda geçen fetvasını vermiştir.
Ebû Hanîfe’nin genç bir delikanlı komşusu vardır. Başka bir kabileden bir kızla evlenmek istemişti. Delikanlıdan kudretinden fazla mihr istenilmiş, genç de İmama gelerek çare aramıştı. İmam “Git de mihri kabul ettiğini söyle” dedi. Genç, mihri kabul ettiğini söyledi ama veli mihri önceden teslim almadıkça zifafın mümkün olamayacağını söyledi. Bunu haber alan İmam, delikanlıya mihri kadar borç verdi. Zifaf vaki oldu. Bu sefer Ebû Hanîfe’nin isteği üzere genç “Ben mihr ödemek için borçlandım. Eşimle birlikte başka şehre gidip çalışacağım” dedi. Bunun üzerine verdiği mihr delikanlıya iade edildi. Çünkü gelinin akrabaları onun başka şehre gitmesini istememişlerdi. Burada da İmâm-ı Âzam o delikanlıyı kurtardı.
Ebû Hanîfe’nin huzuruna bir kadın geldi, dedi ki “Erkek kardeşim vefat etti. 600 dinar miras bıraktı. Fakat benim hakkıma yalnız bir dinar düştü”. İmam “Bu hesabı kim yaptı?” dedi. Kadın “Davud-u Tahir yaptı”. “Doğru, senin hakkın aslında bu kadardır. Zira kardeşin vefat ettiğinde arkasında mirasçı olarak annesini, eşini, iki kızını ve on iki erkek kardeşiyle birlikte seni bırakmıştır. Senin hakkının bir dinardan fazla olmasına da imkân yoktur” dedi. İşte bu da İmâm-ı Âzam’ın süper mi süper bir zekâ ve ilim sahibi olduğu ortaya çıkmaktadır.
(Dakika 1:30:00)
Ebû Hanefi bir gün Kûfe’nin meşhur kadısı İbn-i Ebû Leylâ’nın yanındaydı. Kadı vereceğe kararı ve süratini göstermek amacıyla İmam Ebû Hanefi huzurundayken bir davaya bakmaya başladı. İçeri giren iki davalıdan biri diğerine “Ey, zina eden kadının çocuğu!” diye hakaret etmişti. Kadı, Ebû Hanîfe’ye “Bu dava edilen hakkında ne dersin? demişti. İmam da “Sen dava edilenden başladın. Halbuki önce dava edenden başlamalısın. Zira böyle bir iftira varsa bu şahsın annesine aittir. Bu bakımdan önce vekalet gerekir. Sorunuz davacıya, vekaleti var mı?” Dava eden “Yok” dedi. “Peki anneniz hayatta mı öldü mü?”. “Öldü”. “O zaman annesinin bundan başka varisi var mı?”. “Yok”. “Öyleyse bütün söylediklerini ispat eder beyyine lâzımdır”. Kadıya dönerek “Tekrar sorun. Kadın Müslime mi idi yoksa zimmi miydi? Hürriyeti elinde miydi yoksa cariye miydi? Bunlar için de beyyine lâzımdır”. Ebû Hanîfe’nin dava eden kimseyle ilgili bütün soruları kadı vasatıyla davacıdan sorulmuş, yeri geldikçe de deliller ibraz (ortaya koyulmuştu) edilmişti. Bütün bunlardan sonra Ebû Hanîfe kadıya dönerek “Davaya şimdi başlayabilirsin” dedi. Bunu demekle de davayı bakmada deliller tekâmül ettirilmeden acele karar verilemeyeceğini anlatmak istemişti. Hâkimlere ders veriyor İmâm-ı Âzam, kadılara ders veriyor Adam mahkemede baş hâkim olarak oturuyor ama İmâm-ı Âzam ders veriyor onlara. Katâde, Kûfe’ye gelmişti. Kûfelilere dedi ki “Bana helal ve haramdan sorular sorun ki size cevaplandırayım”. Ebû Hanîfe, Katâde’ye “Bir kişi uzun müddet eşinden ayrı kalmış. Eşi de kocasının ölüm haberinin gelmesi üzerine evlenmiş. Bunlardan da çocuğu olmuş. Kaybolan adam da çıkıp gelip “Bu çocuk benden” deyip ikinci koca da mezhep iddiasında bulunsa bunların her ikisi de aynı kadına kazf (iftira atmak) etmiş olurlar mı? Yoksa yalnız birisi mi kazf etmiş oldu sayılır? Eğer bu soruya kendi reyiyle cevap verirse mutlaka hataya düşer. Eğer bir hadis rivayet etmeye kalkarsa yalan söylemiş olur” demişti. Katâde cevap bulamayınca “Böyle bir hadise olmuş değildir. Vuku bulmayan hadisenin durumun hakkında bana niçin soru soruyorsunuz?”. Ebû Hanîfe “Âlimler böyle belalar gelmeden önce hazırlıklı bulunmalıdırlar. Böyle vaki olduğunda olaya giriş ve çıkış daha çabuk bulurlar” dedi. Katâde “Bırakın bunları. Bana tefsirden sorun” dedi.
Ders 1:35 4.10’’
Ebû Hanîfe: قَالَ الَّذِي عِندَهُ عِلْمٌ مِّنَ الْكِتَابِ “Yanında ilahi kitaptan bir ilim bulunan kişi Süleyman Aleyhisselama dedi ki” mealindeki ayet-i kerimede kendisinde ilmi ilahinin bulunduğu bildirilen kişi kimdir?”. “Bu kimse Süleyman Peygamberin kâtibi Âsaf bin Berhiya’dır. İsm-i azamı bilirmiş” dedi. Ebû Hanîfe “Peki, Süleyman Aleyhisselam ism-i azamı bilir miydi?”. “Hayır bilmezdi”. “Bir peygamberin zamanında o peygamberden daha âlim bir kimsenin bulunması caiz midir?”. Katâde buna da cevap bulamamıştı. “Sizinle tefsir hususunda konuşmayacağım. Bana fukahanın ihtilaf ettikleri konularda sorunuz” dedi. İmâm-ı Âzam bu sefer “Peki, siz kesin surete mümin misiniz?”. “Öyle ümit ediyorum”. “Neden böyle dediniz?”. (Şuara 82 ayet):
وَالَّذِي أَطْمَعُ أَن يَغْفِرَ لِي خَطِيئَتِي يَوْمَ الدِّين
“O’dur ki hesap gününde bağışlanmamı umarım” mealindeki ayet-i kerimeye istinaden böyle söyledim”. Ebû Hanîfe “İbrahim Aleyhisselama sen iman etmedin mi?” diye sorulduğunda (Bakara/260)
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَى قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِن قَالَ بَلَى وَلَكِن لِّيَطْمَئِنَّ قَلْبِي قَالَ فَخُذْ أَرْبَعَةً مِّنَ الطَّيْرِ
“E ve lem tu’min (ve inanmıyor musun) kalbî kâle (kesin evet inandım) (tam aksi)
فَصُرْهُنَّ إِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلَى كُلِّ جَبَلٍ مِّنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْتِينَكَ سَعْيًا وَاعْلَمْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
“Evet, inandım, kalbim tam yatışsın diye sordum” mealindeki ayet-i kerimeye dayanarak konuşsaydın”. Burada Katâde “İnşallah müminim demek istemişti” dedi. Katâde oturduğu yerde öfkeyle kalkarak bir daha Kûfe’de hadis okutmayacağına yemin etti.
Şuuru yerinde olmayan mecnun bir kadın bir başkasına “Sen zina yapan iki kişinin çocuğusun” demişti. Adam da Kadı İbn-i Ebû Leylâ’ya şikâyet etmişti. Davaya bakan kadı, kadının aleyhine hükmederek Kûfe mescidinde ayak üzere kadına iki hat vurmuştur. “Bu hattın birisi anasına yapılan kazf (iftira etmek) diğeri de babasına yapılan kazf için” demişti. Ebû Hanîfe bunu duyduğunda bakın “Bizim kadı dedi “bu meselede tam 6 yerde hata etmiştir” dedi İmâm-ı Âzam. Yani hâkim verdiği kararda 6 yerde hata etti, dedi. Hâkimlerin hocası işte İmâm-ı Âzam. Bunlardan birisi bakın mescitte hat vurdurmuş. Halbuki mescitte hat vurulmaz. İkincisi, kadına ayakta dayak attırmış. Halbuki kadına hat oturduğu yerden vurulması gerekir. Üçüncüsü babası için bir, annesi için de bir hat olmak üzere iki hat vurdurmuştur. Halbuki bir kişi, bir kalabalığa bile aynı sözü söylemiş olsa yalnız bir hat vurdurulur. Kazf edilenlerin sayısı kadar vurulmaz. Dördüncüsü, iki hattı bir arada, peş peşe vurdurmuştur. Ayrı ayrı zamanlarda vurulması lazım idi. Beşincisi, deli bir kadına vurdurmuştur. Halbuki dinimize göre deliye hat vurulmaz. Zira deli mükellef değildir. Altıncısı, anası ve babası için vurdurmuştur. Halbuki onlar kaybolduklarından, kendileri dava etmediklerinden bu da geçersizdir. Bizzat dava etmeleri veya vekaletleri lazımdı”. Bu tenkitler Ebû Leylâ’ya ulaştırılınca Kadı İbn-i Ebû Leylâ, Ebû Hanîfe’yi Kûfe Valisi İbn-i Hübeyre’ye şikâyet etmiş, İbn-i Hübeyre de Ebû Hanîfe’nin fetva vermesini bir müddet yasaklamıştı. Daha sonra Ebû Hanîfe’nin verdiği fetvalar Îsâ bin Mûsâ tarafından zaman zaman Vali İbn-i Hübeyre’ye anlatılmış, İmamın tekrar fetva vermesine müsaade edilmişti. İşte kıymetliler, mevki, makam sahipleri kendi hatalarını örtmek için âlimleri bile bakın kıskançlık ile âlimin ilminin önüne geçmeye çalışıyorlar. İmâm-ı Âzam’a işte bu şekil sansürler uygulanmış ama yine de o yıldız parlamaya devam etmiştir.
Dahhâk, Ebû Hanîfe’ye “Tövbe et. Zira Hakem Olayını caiz gör” dedi. Ebû Hanîfe “Seninle bu hususta münazara yapalım” dedi. “Peki” deyince “Münazara esnasında ihtilafa düşersek bizi ayıracak aramızda bir arabulucu, hakem olması lazımdır”. “Peki. Kimi istersen seç” dedi. Ebû Hanîfe de Dahhâk’ın adamlarından birini gösterdi. Dahhâk da razı oldu. Bunun üzerine İmam “İşte hâkimliği sen de kabul ettin, caiz gördün” dedi. Dahhâk kesildi kaldı. Buna bir şey diyemedi.
Ebû Hanîfe bir gün Atâ bin Ebî Rebâh’a “Ona ehlini ve ehliyle beraber bir misli de verdik” (Enbiya/84) mealindeki ayet-i kerimeye ne dersiniz?” dedi.
فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَكَشَفْنَا مَا بِهِ مِن ضُرٍّ وَآتَيْنَاهُ أَهْلَهُ وَمِثْلَهُم مَّعَهُمْ رَحْمَةً مِّنْ عِندِنَا وَذِكْرَى لِلْعَابِدِينَ
Atâ “Ona ehlini ve ehlinin bir katını da verdik demektir”. “Yani bir peygamber için kendi sulbundan (öz) olmayanlara da evlat olarak verildi mi demek istiyorsun?” “Allah korusun ben böyle bir şey işitmedim”. O zaman Ebû Hanîfe “Ehli ve evladıyla birlikte onların ecirlerini de verdi, manasında kabul edilmelidir” dedi. Atâ “Evet. Çok güzel” diyerek İmamı takdir etmişti. Tembih: Bu ayet-i kerimeyi tefsir ederken Allah-u Teâlâ, Eyüp Aleyhisselama hastalıktan afiyet bulması üzerine eşi Rahime’nin de tıpkı gençlik halini ve önceki evlatlarının sayısı kadar da çocuk verdi, şeklinde tefsir edilmesinde de bir mahsur yoktur. Zira Allah-u Teâlâ, Sad Suresinin 44. ayetinde Eyüp Aleyhisselamın eşi Rahime’yi methetmektedir. Ayetten zahir olan mana da budur. (Bir de al bir demet elinle de vur onunla hânis olma, hakikat biz onu sabırlı bulduk, ne güzel kul, hakikaten o bir evvaptır.) 1:43 Ders ende 10.05